Page 1 of 1

Güneşli Günler

Posted: May 5th, 2019, 4:26 am
by Komaeda Togami
Image
Hafif bir rüzgar uğulduyordu kulaklarımda, bu sese ise yaprakların hışıltısı ve yeni bir sabaha uyanan kuşların cıvıltıları eşlik ediyordu. Gökyüzüne doğru uzanan ağaçlar arsındaki maviliği izliyordum. Vücudum hafifçe terlemiş, nefeslerim sıklaşıp derinleşmişti. Sırtüstü pozisyonda yatıyordum ve ellerim başımın arkasındaydı, hastalığımın seyrini yavaşlatmak için yapmak zorunda olduğum rutin kas antrenmanlarımın son setindeydim. Dinlenme sürem dolduğu anda, üst vücudumu yukarı doğru kaldırarak mekik çekmeye başladım: “Bir.” Sabahın erken saatleriydi: “İki.” Devasa Ateş Ülkesi’nde, Konohagakure’nin meşhur ormanındaydım: “Üç.” Antrenmanlarım, basit bir koşu haricinde evde yapılabilecek kadar basitti ve kendi vücut ağırlığım yeterli oluyordu: “Dört.” Başka bir ekipmana ya da açık bir alana ihtiyaç duymasam bile Konohagakure Ormanı’na gelmek için bahane yaratıyordum kendime buraya geldiğimiz günden beri: “Beş.” Muhteşem bir köydü, özellikle Ishigakure gibi küçük bir yere göre: “Altı.” Ancak beni kendine asıl bağlayan şey bu muhteşem orman olmuştu: “Yedi.” Sınava bağlı görevlerim esnasında yahut boş vakitlerimde halihazırda köyde olduğum için pek çok farklı yerini görebilmiştim: “Sekiz.” Ancak şuan içinde bulunduğum yere gelebilmek için zaman ayırmam gerekiyordu: “Dokuz.” Çalışma tempomuzun yoğunluğuna rağmen sabah uykumdan feragat edip güneş doğar doğmaz göze alıyordum buraya gelmeyi: “On.” Son tekrarımın ardından, hafifçe yere bıraktım kendimi ve sırtımın yeni yeni ısınmaya başlayan toprakla temasını hissettim. İyi hissediyordum.

Sabah antrenmanlarım için ormana geliyor olmam, zamanımı oldukça kısıtlı bir hale getiriyordu. Bu da Amami ve Mio’yla, ayrıca diğer köydaşlarımla kahvaltıda denk gelmemi zorlaştırıyordu. Koşa koşa geldiğim ormandan koşa koşa geri dönüyor ve hızlı bir duş aldıktan sonra görevli shinobilere ayrılmış olan yemekhaneye uğruyordum. Çoktan sonlanmış olan kahvaltıdan geriye kalan birkaç parça şeyi mideme yuvarladıktan sonraysa görev bölgeme gidiyordum. Bu düzene oldukça alışmıştım, ve burada kaldığım süre boyunca vazgeçmeye pek niyetim de yoktu. Kendimi ormanın güzelliğinden alıkoymakta zorlanıyordum. Her zamanki gibi bize ayrılmış olan yatakhanelere ulaştığımda Amami odadan çoktan çıkmıştı bile. Şu sıralar kahvaltıda olmalıydı. Her sabah onu uyandırmadan çıkıyordum, bu sebeple akşama kadar denk gelmediğimiz takdirde görüşemiyorduk ama uyandırılmamayı tercih edeceğini adım kadar iyi biliyordum ikizimin. Gelgelelim, bir gün önce öğle arasında tanıştığım Kusa'lı shinobiler bu düzenimi sorgulamama sebep olmuşlardı. Hayatıma tam performansla devam etmem gerektiğini biliyordum, ancak bu performansa kardeşim ve takımımla daha uzun süre beraber olmak için ihtiyacım vardı. İronik olan şey ise, beni onlardan uzaklaştıran yegane sebep de buydu. Tam olarak bu nedenden, dün akşam Amami ve Mio'yu zorla geç saatlere kadar ayakta tutmuş ve doyasıya sohbet etmiştim ikisiyle de. Dünkü konuşma hakkında hiçbir şey söylememiştim, ne söyleyebilirdim ki zaten? Başta biraz garipsemiş olsalar da benden görmeye alışık olmadıkları bu eyleme hızlı adapte olmuşlardı. Güzel birkaç saat geçirmeyi başarabilmiştik.

Hızlı bir duşun ardından, saçım bile kurumadan son hızla dışarı attım kendimi yeniden. Yemekhaneye uğrayıp dokunulmamış kavunlu ekmeklerden birkaç tanesini ağzıma tıkıştırdım ve görevlilere neşeli bir selam vererek dışarı çıktım. Sürekli geç gelen, gözüne kestirdiği en temiz şeyi ağzına tıkıştırıp oturmaya bile tenezzül etmeden giden garip Ishigakure’li çocuğa alışmışlardı. Kendimi Konohagakure’nin sokaklarına atıp, devasa arenaya yöneldim. Diğer günlerden farklı olarak, daha büyük bir heyecan vardı içimde. Bugün, o gündü. Sınavın son aşaması. Herkesin merakla ve heyecanla beklediği, shinobi geleneğinin en keyifli ve en rekabetçi unsurlarından biri olan arena dövüşleri. Yarışmacı geninleri Konohagakure'ye geldiğimiz günden beri takip ediyordum ve aralarında gerçekten çok güçlü çocuklar olduğu barizdi. Keyifli dövüşler olacağını şimdiden öngörebiliyordum.

Sınav öğlen saatlerinde başlayacaktı ve o zamana kadar son kontrolleri yapacak olan ekibin bir üyesiydim. Giriş ve çıkışların yapılacağı bölgeleri kontrol et, yarışmacıların bekleme odalarını kontrol et, tribünleri kontrol et, seyyar satıcılara ayrılmış bölgeleri kontrol et. Herhangi bir sorunla karşılaşman durumunda çözebiliyorsan çöz, çözemiyorsan rapor et. Biraz angarya bir iş olduğu doğruydu, ancak herkesten önce stadyumu pek çok açıdan inceleyebilecek ve dövüşler başladığında izlenecek en doğru yeri bilen kişiler arasında olacaktım. Genel manada bakılırsa, buna değerdi. Hızlı adımlarla katettiğim yolun sonunda devasa arenaya ulaştım ve kapıda beklemekte olan shinobilere selam verdikten sonra içeri girdim. İlk olarak tribünlere gidip o bölgeyi kontrol edecek, içten dışa yönelerek sırayla tribünlere giden koridorları inceleyecektim. Devamını bundan sonra düşünebilirdim. Ayrıca benim gibi stadyumda görevlendirilmiş pek çok shinobi vardı, bu sebeple her yere yetişmek gibi bir derdim olmayacaktı muhtemelen. Binanın içinde ilerlediğim süreçte kendi chuunin sınavımı hatırladım, ve bugün aynı heyecanı yaşayacak olan geninleri düşünerek hafifçe gülümsedim. Güzel bir gün olacaktı. Koridoru aşıp yeniden güneşe çıktığımda, çevredeki shinobileri süzdüm öncelikle. Pek çoğu simaen tanıdığım, ancak çalışma temposundan dolayı uzun uzun sohbet etmeye fırsat bulamadığım kişilerden oluşuyordu. Gelgelelim, dün yemekhanede tanışmış olduğum bir başka Kusa'lı shinobi takıldı gözlerime. Yüzüme bir gülümseme takınarak ilerledim ve selam verdim: “Günaydın Susumu-san!”

Re: Güneşli Günler

Posted: June 13th, 2019, 6:36 pm
by Kitamura Susumu
Kusagakure'ye dönmek istiyorum. Buranın havası hemen hemen bizim köyle aynı olsa da kendimi her şeye karşı aşırı yabancı hissediyorum. Görüntü bile benzer aslında; sanırım bizim köy biraz daha yeşilliğe doymuş olabilir fakat sokakta yürürken gördüğüm her yabancı yüz beni biraz daha geriyor. Düzenimin bozulmasına hiç mi alışık değilmişim? Düzeltmem gereken bir sorun olabilir bu, her zaman köyde devriye gezecek ayarda bir huzurla yaşamayacağım sonuçta. Mesleğin, bir gerekliliği değil mi bu?

Zaten Fuu da birkaç gündür çektiği hareketlerle iyice huysuzlaştırdı beni. Deli midir nedir, ya da bilerek mi yapıyor, bilmiyorum fakat gına getirdi artık. Kızın etrafında pervane olmasın diye esmer bir çocuğa zorbalık yapıyorum, Fuu çıkıyor çilli milli bir başka herifle kol kola geziyor! O çocuğu da döverim, sen rahat ol modunda takılıyorum, iki farklı çocukla aynı masada yemek yerken yakalıyorum falan derkeeeen... İyice hoş olmayan yerlere kaydı ruh halim. Rahat uyuyamaz oldum, artık rüyalarımda gördüğüm şeyleri hatırlamıyorum bile fakat bende bıraktıkları kötü his tüm gün yetiyor.

Kahvaltıyı es geçtim. Gerine gerine yatakta debelenmek ve kaslarımı açtıktan sonra tavanla münakaşa etmek daha cezbedici gelmişti. Belki bir süre kendimi dinlersem yabancı toprakların yarattığı asabiyeti, Fuu'nun getirisi olan kötü hisleri dindirebilirdim. Oda arkadaşımın bana el kol yapmadan hazırlanıp çıkmasını dinledim battaniye altında, ardından seslerin azalmasına izin verdim. Her şey sakinleşip sessizlik odayı doldurduğunda kafamdaki gürültü de azalmaya başlamıştı sanki. Kendime bu şekilde dinlenmek için cömert bir süre tanıdım burada. Dakikalar geçtikçe daha stabilleşmişti sanki kafam; kötü düşünceler elbette tamamen silinmemişti fakat en azından gördüğüm ilk oğlana da Fuu'nun potansiyel kocasıymışcasına saldıracak gibi de değildim. Bu süreyi biraz da şımararak iyice uzattım, en sonunda işime gücüme yetişmem gereken saat yaklaşınca da, hızlıca kalkıp ortalığı, yatağımı falan toparladım. Hızlı bir duş, saçı başı toparlama, kıyafetleri kontrol etme... Gitmeye hazırdım: Aç bir mide fakat sakin bir kafa bana eşlik edecekti.



Pıtı pıtı adımlarla arenaya doğru yollandım. Bugün burada yaşanacak şeyler, aç kalma tercihimi bana tekrar sorgulatacak cinstendi. Son karşılaşmalar başlamadan önce, arena adam edilmeli ve sıkıntılar giderilmeliydi. İşler halledilip dövüşler başladığında da, arena düzeninin adam gibi kalmaya devam etmesi için devriyede takılmaya devam edilecekti. Çalışan insanların nispeten daha az olduğu bir kısma attım kendimi, sosyal aksiyonlara girmeden işime yoğunlaşabilmek için. Tribünler arasında dolaştım, birkaç çer-çöp dışında önemli bir şeyin gözüme çarpmayışını not ettim kafama. Koltuklar arasındaki merdivenleri arşınladım, üst katlarda bir yerde arka duvarın yüzeyinden şıp şıp su akıtan gideri kestim. Gider borusuna doğru hevesle koşturmakta olan rakuna selam verdim, hayırlı işler diledim.

Rakun mu?

"N'oluyor lan?" diye mırıldanarak gözlerimi kıstım. Cidden rakun vardı lan, ağzında da cüzdanla basbayağı rakun böyle, siyah beyaz. Konohagakure Arenası'nda, geninlerin son karşılaşmasından önce, muhtemelen çaldığı bir cüzdanla bir adet ufakça rakun! Bir elimi gittiği yöne uzatarak etrafıma baktım başka kimse görüyor mu hayvanı diye. Hayvan iyice deliğin olduğu noktaya yaklaşınca da siktir ettim insanları, kendim hallederim moduna girdim. Bir shinobi olsam da, tehlike altında olduğunu hissetmiş bir yırtıcı kadar hızlı değildim. Ben varana kadar çoktan gidere ulaşmış, yarı boyutunda bir delik olmasını umursamadan ezilip büzülerek kendini deliğe tıkıştırmıştı. Garip hayvandı vesselam, iskeletini istediği gibi bozarak her türlü aralıktan sığabilmesi falan... Bunlar hayvanın kayboluş sahnesini izledikten sonra hatırladığım detaylardı sadece. Beni gider borusunu izler halde bırakan, hızlıca bir şeyler düşünmeye iten detaylar.

En yapmamam gereken şeyi yaptım bu noktada. Gidip birilerine haber versem falan en doğrusu olacaktı ancak angut gibi elimi giderden içeri soktum, yetmedi bir de dirseğime kadar uzattım. Sanırım içerde sürünen hayvanın hızına yetişmiş olacaktım ki, kuyruğu gelmişti elime. Risk alarak yaptığım hamlem başarılı olmuştu işte; şimdi hayvanı çekiştirecek, ağzındaki cüzdanı sahibine ulaştıracak, hayvanı da veterinere bırakıp, geri buraya yetişecektim. Bir ıkındım çekmek için, iki kıvrandım, üç dört kere falan çırpındım fakat...

Kolum sıkışmıştı gidere.

Evet, klişe. Klişe ve en benim başıma gelecek cinsten trajedik. Gözlerimi devirip yukarı, göğe bakmaya başladım dik dik. En "Beni mi bulur lan hep?" cinsinden küfürlerimi sövmeye başladım içimden. Ardından bir elimle duvardan destek alarak iyice zorladım kolumu. Şurada kolumu bırakıp emekliye ayrılsam falan daha huzurlu bir hayata adım atabilirdim ama elimde kuyrukla ıkınmaya devam etmek zorundaydım. Saniyeler geçtikçe de, milletin dikkatini çekip rezil olacaktım. Sabah kendimi sakinleştirmek uğruna es geçtiğim kahvaltı geldi aklıma. Yiyemediğim tüm o güzel poğaçalar, içemediğim süt. Hepsi bir kuyrukta heba olmuştu resmen ve beni rezil edecek o ses de, kulaklarımda çınlamaya başlamıştı şu saniye. "Susumu." diyordu, sonuna bir de -san ekliyordu. Benim -sanlık halim mi kalmış bilmiyorum ama canını yediğim, ezilip büzüldüğümden midir nedir, çektiğim çileyi görmüyordu sanırım. Belki de görmüştür fakat nezaketen ilk bir selam veriyordur, bilemedim. Acı çeken gözlerle ardıma döndüm, sesin sahibine yardım isteyen, "Sus n'olur kimseye söyleme, sus." diye yalvaran gözlerle baktım.

Dünden kalan en aklı başında bebeydi bu. Masa çingene pazarından hallice durumlara girerken bir iki kelimeyi yanyana anlamlı bir şekilde dizebilen tek Ishigakure shinobisi. Adı neydi...? "Günaydın... Toga... San." diye cevap verdim, kelime aralarında kolumu çekiştirmeye devam ederek. Sonra durdum, ne bok yediğimi anlayıp çekiştirmeyi bıraktım: "Togami'ydi aslında di' mi? O sarı bebe öyle demişti sanırım." diyerekten zoraki bir iki kıkırdadım; tekrar kolumu çekiştirmeye, sessiz bir şekilde yardım istemeye başladım.

Re: Güneşli Günler

Posted: July 8th, 2019, 9:43 pm
by Komaeda Togami
Susumu-san'a selam verip gülümsedikten sonra, bir şeylerin normal olmadığını farkedebilmiştim. Pektabii, en başında görmem gerekirdi neler olup bittiğini. Ancak bir şekilde gözlerim ve zihnim anın en önemli manzarasına dikkat etmemeyi başarabilmişti. Bir shinobi, sert bir zemin, ve bu sert zeminin üzerinde muhtemelen gider görevi gören bir delik. Karmaşık bir görüntüydü. Ne olup bittiğini kavramak için beynimi biraz zorlamam gerekmişti. Karşı karşıya olduğum manzara, komik olmaktan ziyade tuhaftı. Belki daha farklı şartlarda olsaydık, duruma gülebilirdim ancak karşımdaki shinobi 'gerçekten' acı çekiyor gibi görünüyordu. Fiziksel bir acı değildi bu belki, en fazla dirseğinin altındaki kısım baskıya bağlı olarak biraz acıyor olsa gerekti. Asıl problem, böylesi bir durumda mahsur kalmış olmaktı.

Sen ki; nice ölümcül görevler atlat, shinobiliğin önemli bir rütbesine ulaş, doğanın güçlerinden olan elementleri ve chakrayı kullanabiliyor ol, ve basit bir delik tarafından yenilgiye uğra. Üzücüydü, çok üzücü. Kafamdan yarım saniye içinde geçen tüm bu düşünceler, Susumu-san'ın da bana selam vermesiyle sona ermişlerdi. Toga-san demek, doğru ya. Saçma bir şekilde cümlemin yarıda kesilmesiyle ismimi bile tam manasıyla telafuz edememiştim. Ryuji'nin ismimi tamamladığını hatırlıyordum gerçi. Kusagakure shinobisinin bir sonraki cümlesi, hatırladığımın doğru olduğunu gösteriyordu. Yine de şuan ismimin bir önem taşıdığını sanmıyordum, bir shinobi olarak, sorumluluklarım ve görevlerim vardı. Bu da jenerasyonumuzun değerli bir başka chuuninini içinde bulunduğu durumdan kurtarmamı gerektiriyordu.

Başka hiçbir şey söylemedim, yüzümde herhangi bir ifade belirmedi. Görev bilinciyle birkaç adım attım Susumu-san'a doğru. Dışarıdan bakan, ve olayın tüm ayrıntılarına hakim olmayan herhangi biri içinde bulunduğumuz durumu görse muhtemelen arkasını dönüp kaçardı. Yine de bu absürd durumu yoksaymaya çalıştım elimden geldiğince. Kafamı hafifçe yana doğru eğerek, ifadesiz bir yüzle yarısı deliğin içerisinde olan kola baktım önce. Ardından deliğe baktım, ardından Susumu-san'ın yüzüne. Sonra yeniden kola, deliğe, yüze. Kola, deliğe, yüze. Ortamda kati bir sessizlik hali mevcuttu. Kafam bir baykuş misali oradan oraya dönerken hakim olduğum teknikleri geçiriyordum kafamdan. 'Sıkışan bir şey nasıl çıkarılır?' Bu konuda bir ustalığım olmadığını farketmek birkaç saniyemi aldı. Neyse ki, yalnızca birkaç saniyemi. Yapacak bir şey olmadığını düşünerek, yana doğru bir adım aldım ve Susumu-san'ın arkasına geçerek iki kolumu koltuk altlarına geçirdim. Sessizlik sürüyordu. Ancak bir şekilde, telepatik bir iletişim kurmuş gibiydik. Bu tuhaf anı yaşayan iki shinobi olarak, kusursuz bir senkronizasyon geliştirmiştik aramızda saniyeler içerisinde. Kollarımın sağlam durduğuna emin olduktan sonra, derin bir nefes aldım ve tüm gücümle kendime doğru çektim Kusagakure shinobisinin vücudunu. Onun da aynı şekilde kendini geri çektiğini umuyordum, nihayetinde senkronizasyon bunu gerektirirdi.

Hafif bir 'plop' sesi duyulduğunda, tutsak kolun esaretinden kurtulduğunu farketmiştim. Bir shinobi olarak, görevimi başarıyla tamamlamanın rahatlığıyla Susumu-san'ı bıraktım. Sessizlik sürüyordu. Sessiz adımlarla, az önceki pozisyonuma döndüm. Susumu-san'ı ilk gördüğüm ve selam verdiğim yerime yani. Hiçbir şey olmamıştı: "Nasılsın Susumu-san? Sınav için heyecanlı mısın? Açıkçası benim kanım kaynıyor!" Hiçbir şey olmamıştı. Karşımdaki shinobinin de aynı şeyi kabulleneceğini ve buna göre davranacağını biliyordum. Daha doğrusu umuyordum. Ummak zorundaydım: "Arena görevi çok şanslı değil mi sence de? Maçları izlemek için en uygun noktaları kolaylıkla tespit edebiliriz!" Hiçbir şey olmamıştı. Gider yoktu, kol yoktu: "Hadi işe koyulalım!"


Re: Güneşli Günler

Posted: July 10th, 2019, 3:11 pm
by Kitamura Susumu
İnsanların bana gereksiz temas etmesinden hiç hazzetmem. Kalabalık ortamlarda biri bana çarpsın etsin falan, hiç dayanamam, anlatılacak dert değil. Fakat gelin bakın şu an bulunduğum hale; ismini yarım yamalak bildiğim başka bir ülkenin shinobisi tutmuş beni koltuk altlarımdan, şarap mantarı gibi çekiştiriyor. Olaya gel yahu, musluk tıpası mıyım ben? Azarlayıp itelesem bir dert, hadi devam etsin de kurtarsın beni desem apayrı bir dert.

Bir ayağımı duvara yaslayarak iyice abandım mavi perçemli çocuğun beni çekiştirme çabalarına. Şerefsiz rakunun kuyruğu da iyice kaydı gitti artık terlemiş elimden. Az ıkındım, biraz iteledim derken, "Plüp!" diye çıkıverdi kolum. Ovaladım, kan dolaşımını tekrar sağlamak için salladım kolumu. Neyse ki yüz göz olma merasimi çok uzun sürmemişti de delikten de perçemlinin kollarından da kurtulmuştum. Daha da güzeli, rezil olmaktan da son anda yırtmıştım. Ben ki kafasına demir direk düşmüş ama ölmemiş insanım, az daha bir uzvumu bilmediğim şu diyarlarda bırakacak, cümle aleme alay konusu olacaktım. Son bir kez daha kurcaladım kolumu, delikten içeri rakunun gidişatına bakmamak için de mini bir iç savaş verdim. Kim bilir kimin cüzdanıydı, kim bilir ne zaman ortaya çıkıp başka nice masumları soyacaktı... "Teşekkür ederim şey mevzusu için." Arkamdaki gideri gösterdim, hem konuyu tekrar açmak isteyip, hem de istemeyip. "Rakun vardı da. Oraya girdi. Cüzdan çalmış." diye geveledim. Gergin gergin şakağımı kaşıdım. Gitsem mi ki kısa kesip? Kendimi hepten gidere soksam yok olur muyum acaba? Ergenliği üç sene ötede bıraktım sanıyordum halbuki. Derin bir nefes aldım, gülümsemeye çalıştım toparlanıp. "Hah, neyse ne işte." Evet evet, nefes iyi gelmişti sanırım.

"Yani, sınava girecek olanlar kadar değil elbette." İyi, konu uzamamıştı. Aç karnımla kardeş mevzumun üzerine mum dikecekti yoksa, çocuk alay etmeye falan başlasa. Rahatsız bir iki saniye geçti neyse ki de, boş muhabbet başladı. "Ha, ama zamanında az daha vazgeçiyordum sınava girmekten. Yapamayacağıma emindim."

Topu ona attım, kendi sınav anılarından bir kuple de ben beklemeye başladım. Bu sırada, çocuğu baştan aşağı süzdüm fakat hakkında ne düşüneceğime dair zerre fikir üretememişti beynim. Saçları düzenli gibi, ama doğuştan mıdır bilmediğim o perçem kaos yaratmış resmen. Ben olsam gider tamamını maviye boyardım, hiç dayanamazdım muhtemelen. Bir de, saç rengine uyacak parçalar seçmiş, ama tişörtünün ucunu ceketinden sarkıtmış. Adam hem tertipli, hem de değil. Sinir olmakla olmamak arasında gittim geldim, neyse ki iyi niyetli biri olduğu belli. Tabii, bunu düşünmek için de erken, belki buradan ayrılır ayrılmaz tüm kaya ülkesine beni rezil rüsva edecek? Evet, gerçekten ne düşüneceğime dair elimde somut bir şey hala yok.

"Burası ana baba günü olacak ama. İzleyecek yer bulunur mu öyle?" Açıkçası, artık izlemek istiyor muyum ondan da emin değilim. İzlesem bile bu Toga-san ile mi olur, orası da bir muamma. Rahatsız rahatsız sallandım yerimde, hani ellerinizle ne yapacağınızı bilemezsiniz de keşke kopsalar diye dilersiniz ya. İşte öyle gereksiz hareketler. Şakağımı, son bir kez kaşıdım ben de bu yüzden. Sanırım cidden artık gitsem iyi olacaktı. "Sen tüneyecek bir yer bulursan söyle ama, ben biraz geri kaldım işlerden." diye etrafı işaret ettim, hafiften de hareketlendim. Kaçmadan önce itiraz yemeyecek bahaneler. İş var sonuçta, iş. "Boşta olursam gelirim, izleriz."

Re: Güneşli Günler

Posted: July 13th, 2019, 10:40 pm
by Komaeda Togami
Susumu-san, ileride karşılaşmamız durumunda 'gider vakası' olarak anabileceğimiz olayı yoksayışıma katılmış gibi duruyordu. Anılmaması, hatırlanmaması herkes açısından daha faydalı olacak bu olayı olabildiğince hızlı bir şekilde atlatıp havadan sudan muhabbetlere dönmüştük en hızlı şekilde. Kendi sınavından, ve girmekten vazgeçişinden bahsetmişti Susumu-san. Açıkçası, kötü dönemler geçirdiğim olmuştu ve muhtemelen sınav dönemim sözkonusu dönemlere denk gelseydi ben de aynı şekilde bir kafa yapısına girebilirdim. Neyse ki, o dönemler geride kalmıştı ve bir daha benzer bir durum yaşamamayı ümit ediyordum. Her şeyin olduğu gibi devam etmesi için pek çok şeyden fedakarlık yapabilirdim. Halihazırda yapıyordum da aslında. Ancak zamanın ne göstereceği, diğer tüm insanlar gibi benim için de bilinmezden ibaretti yalnızca.

"Ben ilk sınavımda kazanamadım aslında." diye girdim söze, sohbeti sürdürmek ve garip havayı dağıtmaya yardımcı olmak için. "Bir ikiz kardeşim var, Amami. Belki denk gelmişsindir. Saçı benimkinin kontrastı gibi. Nasıl bir genimiz varsa artık..." Hafifçe gülümsedim Susumu-san hala şüpheci bir şekilde beni gözlemlerken. Aklından geçen şeylerden tam manasıyla emin değildim, ancak bana en azından şu evrede güvenmediğine az çok emindim: "Takımımızda girdiğimiz ilk sınavda yalnızca Amami chuunin olabildi. Mio ve ben bir sonrakine katılmak durumunda kaldık. Mio da diğer takım arkadaşım. Çok tatlı bir kızdır, onu da görmüşsündür belki." Biraz bocalamaya başlamıştım. Ancak üzerimde şüpheci ve keskin bakışlar varken çok olağan konuşmam beklenemezdi zaten. "Hepimizin chuunin olduğu gün büyük bir parti verdik. Ishi'ye dönünce de mezuniyet görevimize çıkacağız." Son söylediğim şeylerin ardından, Susumu-san'ın yüzündeki şüpheci ifadeye ufak çaplı bir merak da eklenmişti. Genel olarak köy adetimiz olan bu durumu bilmemesini normal karşılıyordum elbette: "Mezuniyet görevi, bizim köyde bir takımın tüm üyeleri chuunin olunca takım dağıtılmadan ve kaptan başka bir grup genine sensei olarak atanmadan önce çıkılan son görevdir. Genelde basit görevler olurlar. Bir nevi geçirilen günlere saygı maiyetinde yani." Yeniden gülümsedim. Gözümde pek çok anı canlanıyordu bir takım olarak çalıştığımız günlere dair. Ancak bununla birlikte, dün tanıştığım Kusa'lı shinobinin söylediği şey geldi aklıma. Soramamıştım, sormaya cesaret edememiştim. Ancak az çok tahmin edebiliyordum ne olduğunu. Dün gece Mio ve Amami'yi gecenin bir yarısına kadar ayakta tutup onlarla zaman geçirmemin sebebi de tam olarak buydu. Teki-san'a sormaya cesaret edemediğim sorunun cevabını, Susumu-san'dan alabilirdim belki.

Tam ağzımı açmak üzereyken, Susumu-San yeniden girmişti konuya. Kolay kolay izlenebilecek bir yer bulamayabileceğimizden söz ediyordu. Haksız da sayılmazdı aslında, ancak sınav sabahı arenada görevlendirilmiş olmanın avantajlı olduğuna tam olarak bu sebepten inanıyordum zaten. İlla ki seyircilerin olmadığı, tüm arenayı rahatça görebilecek bir yer bulacağıma inanıyordum. Susumu-san da tünediğim yer hakkında kendisine bilgi vermemi rica etmişti. Kalabalıkta onu bulabileceğimden pek emin değildim ama, aklımın bir kenarına not ettim ricasını. Bir yandan da kafa salladım. Susumu-san hareketlenmeye başlamıştı, ancak cevabımı almak konusunda kararlıydım. Onunla beraber birkaç adım attım ben de: "Susumu-san!" diye seslendim arkasına dönmüşken: "Iı. Bir soru soracaktım aslında. Dün konuşulan şeyler hakkında." Birkaç adım daha atarak aramızdaki mesafeyi kapadım ve Kusa'lı shinobiyle beraber yürümeye başladım: "Teki-san ve Sakuma-san. O ikisi takım arkadaşı değil mi? Ve senin köyünden geliyorlar, Kusa'dan yani." Lafı eveleyip geveliyordum istemsizce: "Dün Teki-san bahsetmişti, Aoba-sensei ve Rei. Öldüler mi? Sadece ikisi mi kaldı geriye?" Cümlemin sonlarına doğru sesim hafifçe kısılmıştı. Cevabını bilmeme rağmen, bu soru beni korkutuyordu.

Re: Güneşli Günler

Posted: July 13th, 2019, 11:39 pm
by Kitamura Susumu
Yenilgisini utanmadan anlatabilmesi beni şaşırtmadı değil. Ben ise önyargılarıyla hareket edip, bir şeylerden vazgeçebilme potansiyeline sahip biriyim. Dağlar kadar olmasa da, aramızda epey bir fark vardı Toga-san ile. Sosyal ilişkiler inşa etmeye hevesli, kendisini muhtemelen kabul edebilen bir insan. Şu kadarcık sürede tonla bilgi aktarabilmesine bakılırsa da, kendisini ayak üstü epey bir tanıtma potansiyeline sahip. Gider ayak, köyünü de. Mezuniyet görevi, eski günlere saygı olayı, cart ve de curt... "Bizde direkt ceketini verip, hadi naş diyorlar."

Hareketlendim iyice, laflarımı toparlayıp. Bir iki adım da inceden atıp uzaklaşmaya başladım, başımla son bir selam verip gideceğimi haber ederek. Fakat yolum kesilmişti; önüme geçmese de ardımdan tekrar seslenerek beni durdurmuştu Toga-san. Çekinceyle bir şeyler soruyor, beni göndermemeye iyice niyetleniyordu. Önce, Teki dedi. Sonra da Sakuma. Yaş sınırına takılmadan içebilen uzun karı ile yakışıklı ekürisi yani. Benim dönemimden. Çok ufak bir gıcık tuttu, sessiz sessiz öksürüp savuşturmaya çalıştım boğazımdaki gıdıklanmayı. Lappadanak diye sorulmasını beklemediğim bir soruydu, cüretkar da sayılırdı. Sonuçta her gün sizin köyünüzden olmayan bir shinobiye, başka shinobilerin ölmüş arkadaşları, öğretmenleri hakkında sorular sormazdınız. Olduğum yerde dönmeden bir süre öylece bekledim, kafamdan geçen düşünceleri iyice tartmaya başladım.

Anlatmalı mıydım? Kaç dakika olmuştu ki Toga-san ile tanışalı? Ama tanışıklığı geçtim, dün Teki zaten olayı üstü kapalı bir şekilde bir masa dolusu insana anlatmıştı. Toga-san'ın istediği, biraz detaydı. Önce "Bunu onlara kendin de sorabilirsin." demeye yeltendim. Fakat cümlemin sonuna doğru saçma salak seslerle kendi lafımı kendim kestim. "Yok yok, sorma sakın." diye ellerimi sallayıp ederek. "Zaten günlerdir tüm bu takım, sınav falan fıstık meseleleri yaralarını deşiyordur, bir de sen sorma." Bayağı bayağı anlatacaktım yani, eminim de odama dönüp günü düşünmeye başladığımda da çenemi tutmadığım için kendime kızacaktım, bu anı hatırlayıp. Bok var di' mi, geldin kurtardın kolumu diye benden haraç niyetine dedikodu alıyorsun, Toga-san.

"Ben de çok detay bilmiyorum." Ellerimi cebime koyup Toga-san'a döndüm, fakat attığım adımları geri almadım. Mesafeyi koruyarak, bildiğim kadarıyla anlattım, kısa kesmeye çalıştığım cümlelerle. "Takım arkadaşları ile ustalarının tuzağa düşürülerek öldürüldükleri haberini aldık." Sindirmesi için bir kaç saniye verdim. Sonradan fark ettim ki, bu saniyeler daha çok banaydı. Bu konuda daha önce üstün körü düşünmüş olsam da, haberin geldiği gün her köy shinobisinin yaptığı gibi, sesli bir şekilde hiç dile getirmemiş, veya biriyle bu konu hakkında konuşmamıştım. "İkiye ayrılmışlar, Teki-san ile Sakuma-san, tahmin ettiğin üzere tuzağın olmadığı bölgeye ilerlemişler farkında olmadan. Tekrar buluşmak için döndüklerinde ise..."

Daha uzun bir kaç saniye sustum bu defa. Rahatsız rahatsız kıpırdandım gene, klasik bir şekilde şakağımı gene kaşımaya koyularak. Eh, keyif alarak konuşulacak bir konu olmadığı bariz belliydi. "Başıma hiç böyle bir şey gelmedi." Sesim Toga-san'ın ki ile benzer frekansta kısılmaya başlamıştı sonlara doğru. "Yani takımdan ayrılıp başka bir şehre bir arkadaşımız oldu ama ölen bir arkadaşım hiç olmadı. Ölen bir usta ile arkadaşım hiç üzeri hiç olmadı. Bu yüzden, anlayamıyorum ne durumda olduklarını, kimsenin anlamak isteyeceğini de sanmıyorum."

Omuzlarımı silkerek bitirdim konuşmayı. "Ama madem sordun, işte cevabı." Bu, son cümlem olmuştu konuya dair.

Re: Güneşli Günler

Posted: July 14th, 2019, 12:28 am
by Komaeda Togami
Susumu-san, sorum karşısında her normal insandan beklenebileceği gibi biraz duraksamış ve durumu tartmıştı. Hafifçe öksürmüştü bu sırada. Kafasında bir karar mekanizması çalıştırdığını sezebiliyordum. Sorumun absürt olduğu doğruydu, ancak kendimi dün tanıştığım shinobilerin yerine koymuştum ister istemez gün boyunca. Dile getirmekten çekindiğim, zihnimin arka kısımlarında beni sürekli rahatsız eden bir düşünce. Korktuğum, ancak bir yandan da detaylarını öğrenmek istediğim bir bilgi. Susumu-san kısa bir duraklamanın ardından topukları üzerinde dönerek sorumu cevaplamaya hazırlanmıştı. Yüz ifadesi ciddileşmişti birden. Ancak bu, az öncekinden farklıydı. Ortamın havası değişmişti adeta. İliklerime kadar hissedebiliyordum bunu. Etrafımızı çevreleyen karanlık aura gittikçe derinleşirken, Susumu-san konuşmaya başladı. Başta kendilerine sormam gerektiğini söyledi, pektabii haklıydı. Ancak sorabiliyor olsaydım, zaten dün soracağım gerçeğini farketmiş olsa gerek cümlesini yarıda keserek anlatmaya başlamıştı yaşananları.

Oldukça kısa bir kupleydi aslında söylediği şeyler. Detaysız, somut bilgiler. Herhangi bir görev sonu raporunda yazılabilecek kadar net ve dümdüz. Görev gerekliliği olarak ikiye ayrılmak zorunda kalan bir takım, bir tuzak, ve sonu hüsranla biten bir görev. Son cümlesini tamamlamamıştı Susumu-san. Ancak bahsettiği şeyi anlamamak için aptal olmak gerekliydi. Shinobi dünyasında 'ölüm' gerçeğinin olduğunu kabul edeli çok uzun süre geçmişti. Hele kendimin de normal şartlara kıyasla çok erken öleceği gerçeği göz önüne alındığında, oldukça doğal geliyordu 'ölüm' denen şey. Gelgelelim, ölümü her zaman bana özel bir kavram olarak kabullenmiştim şuana kadar. Herhangi bir dostumun, arkadaşımın, senseimin ölebileceği gerçeğini unutmuş gibiydim. Normaldi aslında, hastalığım ortaya çıktığından ve kendimi olduğum gibi kabullendiğimden beri ilk ölenin ben olacağım konusunda emindim. Amami'ye, Goku-sensei'ye ve Mio'ya bir şeyler olabileceği gerçeğini hep gözardı etmiştim. Dahası, aklıma bile gelmemişti. Shinobilik bir oyun değildi evet, ancak bir şekilde yaşamaya devam edeceklerdi. Son günlerimde bile, benim için orada olacaklardı. O sırada fark ettim, olayı hiç onların gözünden görmeyi denememiştim. Ömrü oldukça kısa olan bir genç, ölümü kabullenmiş bir çocuk. Ancak ya onu izlemek ve ona veda etmek zorunda kalacak olanlar? Ölen kişi için her şeyin bittiği göz önüne alınırsa, asıl sorun arkada bıraktıkları değil miydi?

Kafam iyiden iyiye karışmıştı, Susumu-san konuşmaya devam ederken bir yandan onu dinlesem de, bir yandan iç hesaplaşmalara başlamıştım. Anlayamayacağını söylüyordu, kendini onların yerine koyamayacağını. Haklıydı. Kim anlayabilirdi ki? Bir şeyleri öğrenme ve anlayabilme konusunda özel ilgisi olan ben bile bu konunun benden olabildiğince uzak olmasını istiyordum. Anlamak istemiyordum, öğrenmek istemiyordum, bu ve benzeri herhangi bir hisse sahip olmak istemiyordum. Susumu-san, söylediği şeyleri oldukça net bir şekilde noktaladığında başımı aşağı yukarı doğru salladım birkaç kez. Bir cevabım olup olmadığını bilmiyordum, bu sebeple yalnızca yarım ağızla teşekkür edebildim. Bir süre önce sahip olduğum neşeden ve heyecandan eser kalmamıştı. Beynim birden bire çok farklı düşüncelerle dolmuştu. Teşekkürümü takiben başını hafifçe sallayıp uzaklaşan Susumu-san'ın arkasından baktım birkaç saniye. Ardından işime bakmak üzere arkamı döndüm ve uzaklaştım ben de.


-Konu sonu.