Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar

Diğer ninja köylerine sahip ülkeler.
Locked
User avatar
Ogawa Kaoru
Yalgın
Yalgın
Posts:4
Joined:October 14th, 2018, 9:40 pm
Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar

Post by Ogawa Kaoru » February 9th, 2019, 11:49 pm

“Ve hakikat muhakkak ki, tüm feveranlığa rağmen munis iradelerin kendini müşkül gören mahlukatlara sirayetinde gizlidir.”

Birkaç dakika süren konuşmanın ardından ortamı kaplayan derin sessizlik, aslında her şeyin özeti gibiydi. Sözleri üstüne söylenecek başkaca bir şey yoktu, olması da gerekmiyordu. Bu sebeple, içinde bulunduğumuz bu yerde, herkesin susması en doğru olandı. Gördüğüm gözler, sözlerinin tasdiki gibiydi. İlk olarak Rin’e kayan gözlerim, beyaz yüzünün pürüzsüzlüğü ile kamaşıyordu. Gözlerine mesken kurmuş pusu, bu birkaç dakikalık konuşmayla yok olmuş gibiydi. Rin’in canlılığı, sadece onu dinliyorken kendini gösteriyordu. Ona karşı donuk bakışlarını yok ediyor, tüm bu anlatılanlara ve anlatana saygı duyulduğunu tek bakışıyla anlatıyordu. Buradaki herkesin tek bir düşünceyle aynı duygulara itilmesinin eseri olan ve Rin’in de takındığı bu tavır, uhrevi bir huzurun temsilcisi gibi yayılıyordu.

Sözlerini içimde sindirmeye devam ederken, gözlerim karşımda duran yaşlı kadına yöneliyordu. İçimizdeki en yaşlı kişi oydu, Rouba. Yaşı hakkında içimizden kimsenin bir fikri yoktu ve kimse de bu yaşlı kadına yaşını sormaya tenezzül edemezdi. Aksi, vurdumduymaz ve kendini beğenmiş demek onun için yeterli olurdu. Ne var ki, şu an o da bizden biriydi ve onun da bakışları bizimkinden çok da farklı değildi. Hakkında pek bilgim olmasa bile, ona karşı takınılan saygılı tavır oldukça dikkat çekiciydi. Kimdi, nereden gelmişti bilmiyordum. Hiçbirimiz yokken, Onun yanında yer alıyordu bu yaşlı kadın. Bu yüzden ona karşı duyulan saygı diğerlerinden farklıydı.Rouba’nın bize karşı tavırları ise tam olması gerektiği gibiydi… Hor görülen, yetersiz bulunan ve iş bilmeyen tiplere nasıl davranılması gerekiyorsa, bize de aynı şekilde davranıyordu. Ne var ki, tüm bu davranışlarının içten olmadığı konusunda da bizi ikna etmeyi başarmıştı. Tüm bu tavırları bizim olduğumuz yeri bilmemizi sağlıyor gibiydi. İçten duyduğu sevgi ve saygıyı dışarıya yansıttığı vakit, büyünün ve gizemin bozulacağını düşünüyordu. Zaten hepimiz alışmıştık… Onun ağzından çıkan aşağılayıcı cümleler, yüzümüzde tebessüm bırakmak dışında pek de bir işe yaramıyordu. Ancak konu iş olunca, her daim fikri üstün olanların tarafında yer alıyordu. Bu sebeple, çözülemeyen ve belki de çözülmemesi gereken bir kişilikti Rouba.

Bakışlarım, hemen sol tarafıma döndüğünde ise, bu kez Arita Sanraku ile göze göze geliyordum. Her şeye rağmen yüzünden silmediği ukala gülüşüyle ve parlayan katanasıyla anlatılanları dinliyordu. Onun bakışlarının altında da saygının emareleri görülebiliyordu. Fakat hepimizde farklı olarak, onun duyduğu saygıyı anlamak için onu biraz tanımak gerekiyordu. Aksi halde, şu an olduğu gibi, Sanraku’nun yüzünde ukalaca gülen bir adamın sırıtışı dışında bir şey görmek pek de mümkün değildi. İçimizde ismi en bilinen kişi olma ihtimali en yüksek olan kişi Sanraku’ydu. Bu durum her ne kadar aramızda bir ayırt edici özellik göstermese de, en zayıf tarafımız oydu. Yine de, tüm bu zayıflığa rağmen kendisine sonsuz bir güven duyuluyordu, zira kudreti yadsınamayacak kadar fazlaydı. Yüzündeki ifadelere rağmen, gözlerinden fışkıran aura onu tehlikeli kılıyordu. Alaycı ve şakacı kimliğinin ardında vahşi bir hayvanın yattığı belli oluyordu. Aslında buna vahşi hayvan demek biraz insancıl olurdu, onun için söylenmesi gereken tabir, tam anlamıyla bir iblis olduğuydu. Lakabının “Maei” olması boşa değildi…

Bu anda, bakışlarımı diğerlerine yönlendirmek istesem de, onun sesiyle irkilerek bakışlarımı önüme sabitliyordum. Zihnime fısıldanan ses ile tekrar dünya ile olan bağlantımı keserken “Rin-san, Nakajima Tsunetori'nin yerini bularak ve ondan almamız gereken bilgileri alarak oldukça iyi bir iş çıkardı. Bununla birlikte Kaoru-san ile beraber, aradığımız Çakra Taşları’nın yerlerini tespit etti. Her ne kadar birçoğu güvenli sayılabilecek bölgelerde ise de, bazı taşların Iwagakure’ye kadar uzandığını öğrendik. Bu noktada taşların Ishigakure tarafından Iwagakure’ye teslim edildiğini ve ayrıca Ishigakure’nin elinde daha fazla taş olduğunu öğrendik. Buraya kadar gayet başarılı ve amacımıza uygun ilerleme gösterdik.” şeklindeki cümleleri dikkatle dinliyordum. Adımı zikredilmesi ve başarılı bir şekilde anılması, içimde gösteremediğim bir mutluluk yaratıyordu. Fakat bu noktada, artık yeni bir misyonumuzun olacağıydı aşikardı. Cümleler sadece yeni misyonumuzun giriş kısmından ibaretti. Zihnimde yankılanan ses, daha fazla merakta kalmamı engelleyecek şekilde cümlelerine başlıyordu. “Şu an dünyada garip zamanlar yaşanıyor. Shinobi Birliği, Yağmur Ülkesinin karışıklığı ve başkaca şeyler. Ancak Ishigakure şu an zayıf… Yanında duran hiç kimse olmadan tüm dünyayı karşılarına almaya hazırlar. Ne mağrur bir duruş… Fakat onlarda bize ait olan şeyler de var. Bu yüzden, bundan sonraki adımlarımızda Ishigakure ile işbirliğine gideceğiz. Onlara aradıklarını verecek, karşılığında taşlarımızı alacağız. Bu kutsal taşlar için kan dökülmesini öğretimiz ve amacımız uygun bulmuyor, anlıyor musunuz?” diyerek oldukça şaşırdığım cümleleri duyarken, bunların bir an için gerçekten O’nun cümleleri olup olmadığına bile emin olamamıştım. Sadece birkaç saniye sonunda bu düşüncemden utanmış da olsam, Ishigakure ile bir işbirliği yapmanın gerçekten gerekli olup olmaması noktasında kafamda dolanan sorular vardı.

O muktedirdi ve bugüne kadar kafamızda hiçbir sorunun kalmasına müsaade etmemişti. Bugün de farklı olmayacaktı, biz sormasak bile o anlayacak, bilecek ve bizi sorulardan kurtaracaktı. Öyle de oldu, soruları belki de onlarca kez duymuşçasına "Evet, Ishigakure’nin bize yarar sağlayıp sağlamayacağı konusunda eminim olumsuz düşünceleriniz vardır. Elbette olmalı… Neden olmasın ki? Ancak bizim öğretimizin bunu gerektirdiğini biliyorsunuz, anlamalısınız. Zaten sizler, bunu anlayan kişiler olarak buradasınız.” diyordu. Haklıydı, bunu anlamak gerekiyordu. Daha ilk andan beri öğretimizin temelleri bu anlama dayanıyordu. Elimiz ne kadar kan bulaşsa da, öğretimiz kanla yazılanın ancak yağmura kadar dayanacağını söylüyordu. Mahcubiyetim yüzümde artarken “Ishigakure ile görüşmeleri Rouba, Sanraku-san ve Kaoru-san’ın yapmasının uygun olacağını düşünüyorum. Anlaşmanın koşullarıyla ilgili olarak vereceğiniz kararlara güvenim tam. Geriye kalanlarınız ise, diğer olaylarla ilgilenmeye devam edebilir. Ancak hepiniz dikkatli olun.” diyen ses, ilk kez bizi bir konuda uyarıyordu. Algılarım sonuna kadar açılırken bu uyarının kaynağı zihnime “Uchiha Sasuke… Gölgelerin arasında, sinsi bir avcı gibi dolanıyor. Her bir taşın altında bizi arıyor ve her bulamayışı onu bizi bulmak için daha da motive ediyor. Onunla konuşacağım güne kadar, dikkatli olun! Karşılaşırsanız, kendinizi tutmayın! Fakat ne öldürün ne de ölün!” şeklinde fısıldandığında, gözlerim istemsizce Rin’e kayıyordu. Bu uyarının sebebi bizdik, ancak artık daha çok gün yüzüne çıkabilecektik. Zaten benim istediğim de buydu, Güneş’in altında olmak!
User avatar
Rouba
Yalgın
Yalgın
Posts:1
Joined:February 9th, 2019, 9:27 pm

Re: Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar

Post by Rouba » February 9th, 2019, 11:50 pm

Huşu içinde, zihninde yankılanan ve her bir noktaya denizdeki dalgalar misali ulaşan sesin ruhunu ve aklını beslemesine izin veriyordu yaşlı kadın. Birkaç dakikalık bu dinginlik şöleni, yıllara bedeldi belki de. Seneler seneleri takip ettikçe zaman kavramının anlamı değişmiş, evrimleşmiş, tamamen farklı bir anlam kazanmıştı gözleri önünde. Zamanı, sıradan bir insanın algılarının ulaşamayacağı bir şekilde telakki edebiliyordu. Onlarca farklı ismi olmuştu, ve onlarca farklı kimliği. Bir zamanlar gerçek bir ismi olduğuna emindi, muhtemelen annesi veya babası koymuştu ismini. Ancak şuan ailesini hatırlamak bir yana, ismini bile hatırlamıyordu. Rouba derdi ona çevresindeki insanlar, yaşlı kadın. Sorun değildi, yaşını kendisi bile tahayyül edemiyordu halihazırda. Hayatının geçmişteki ve gelecekteki tüm parçalarını tek bir şeye adamıştı, ve bu şey belki de tek huzur kaynağıydı. Beyninin içinde fısıldayan sese odakladığı ilgisi dışındaki tüm algıları kapalıydı. Kulakları duymuyor, gözleri görmüyor, teni hissetmiyordu. Namütenahi bir huzurla doluydu adeta. ‘Aşk’ olarak kolaylıkla nitelendirilebilecek bir durumdu bu. Fiziksel ve basit bir aşk değildi bu hayır. Ruhani düzeyde, sevgiyle yoğurulmuş ve emekle harmanlanmış bir aşk. Öyle ki, kendisindeki aşkı tefsir etse başkalarının da mana vermesinden korkardı.

“Ve hakikat muhakkak ki, tüm feveranlığa rağmen munis iradelerin kendini müşkül gören mahlukatlara sirayetinde gizlidir.”

Son sözleri sindirdikten sonra, bir kez daha tekrar etti kendi kendine sessizce. Birkaç saniye duraksadı ardından. Derin bir nefes aldı, ve algıları yavaş yavaş açılırken trans halinden sıyrılmaya başladı. Üzerinde oturmakta olduğu taş taburenin soğukluğunu hissetti önce, ardından iki eliyle birden sıkıca kavramış olduğu değneğin sert ve soğuk kabuğunu. Nefes alıp veren sesleri işitti ve narince gözlerini açtı. Kendisini öyle kaptırmış, ruhani olarak o kadar dolmuştu ki gözlerini açtığı dünya cansızmış gibi geldi gözlerine başta. Gri, ölü. Almış olduğu nefesi verirken, oturulan ortamda gezdirdi gözlerini. Kaynağı belirsiz, hafif loş bir ışık dolduruyordu ortamı. En yakınında oturanların simalarını seçebiliyordu, ancak diğerleri yalnızca gölgelerin içindeki gözlerden ibarettiler. Hiçbirine fazladan zaman ayırmadan, her gün gördüğü ağaçları izlermişçesine sektirdi bakışlarını bir bir. Bu esnada yüzünde oluşmaya başlayan memnuniyetsiz ifadeyi engellemeye çalışmadı bile. Onlara baktığında, gördüğü tek şey toy çocuklardı. Hayata dair hiçbir fikri olmayan, eğitilmesi, terbiye edilmesi gereken çocuklar.

Uhrevi ses zihninde yeniden yankılanmaya başladığında odaklanmadan önce dikkatini çeken şeylere dilhun oldu yüreği. Bir süredir sessizlikte oturan ve birbirlerine bakan kimseler, beyinlerinde yankılanmaya başlayan sesi duyduklarında irkilerek önlerine dönmüşlerdi. İnsanların kutsalı nasıl tanımladıkları kendilerine ayna tutardı. Şayet kişi kutsal akla geldiğinde korkuyor, utanıyorsa korku ve utanç dolu bir hayat yaşıyor demekti. Ancak evvela aşk, merhamet ve şefkat geliyorsa; kişide bu vasıflardan bolca olduğu kabul edilebilirdi. Çevresindeki insanlarca fazlasıyla müşkülpesent olarak tanınırdı kadın, ancak her seferinde böyle olmasının bir zaruret olduğunu fark ederek hüzünle doluyordu. Gözlerini kapattı yeniden, ve ruh gıdasına verdi kendini. Fani dünyada yaşanan şeylerle alakalı sözler birbirini kovalarken, kendisine lutfedilen yeni görevi beynine iyice kazıdı. Yağmur Ülkesi, Ishigakure, chakra taşları, işbirliği. Yüzünde bir saniyelik bir gülümseme belirdi ve kayboldu ardından. Daha biraz önce hüzünle dolu olan yüreği, baharda uçuşan kuşlar kadar şendi şimdi. Ses yeniden, ve bu kez tamamen sustuğunda gözlerini açtı yeniden yavaşça, ve birlikte görevlendirildiği ‘partnerlerine’ baktı sırayla.

Ogawa Kaoru fazla heyecanlıydı her zaman. Şüphesiz ki elinde tuttuğu kudret onu belki de her şeyi yapabileceğine ikna etmişti. Saygıdeğer bir müttefikti, özellikle de aynı amaca yüreklerini koydukları düşünülürse bunu dışarı yansıtmasa dahi bir 'yoldaş' olarak gördüğü aşikardı genç adamı. Yine de, genç adama tam manasıyla güvendiğini söyleyemezdi. Ve elem olan şuydu ki, bu güvensizliğin sebebi Kaoru'nun kendisi değildi. Damarlarında akan dinç kanın ona verdiği zaid özgüvenden emin olamıyordu bir türlü. Bazı zamanlar iptidai şekilde kafasını yorduğunu düşünürdü yaşlı kadın. En nihayetinde, perestiş ettiği biriciğinin en doğru kararı vereceğine hiçbir şüphesi olmamıştı kendini bildi bileli. Ancak içine düşen şüphelerin de yegane sebebi O'nu hayal kırıklığına düşürme ihtimaliydi herhangi birinin. Buna asla izin vermeyecekti. Sanraku ise tamamen ayrı bir konuydu kadın için. Yaşlı kurt bile bir çocuktan farksızdı gözünde, gelgelelim uzun seneler boyunca belki de uğraş dahi göstermeden elde ettiği fevkalbeşer zaferler onu diğerlerinden üst bir noktaya taşımayı başarabiliyordu. Yine de yersiz lakaytlığından ve yüzünden asla düşürmediği müstezhi sırıtışından 'en azından burada' vazgeçebiliyor olması gerektiğini düşünüyordu. Pektabii, yeis bir beklentiydi bu.

Zamanı gelmişti. Muvaffakiyet behemehal olmalıydı.
User avatar
Arita Sanraku
Yalgın
Yalgın
Posts:1
Joined:February 9th, 2019, 9:29 pm

Re: Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar

Post by Arita Sanraku » February 9th, 2019, 11:50 pm

Tüm bunların gerçekten gerekli olup olmadığını bilemiyordum. Yüzümde yayılan gülümsemede aslında bundan ibaretti. Dışarıdan bakanlar, bu sırıtışın altındaki lakaytlıktan pek haz edecek gibi durmasa da, aslında içinde bulunduğumuz durum oldukça yersizdi. Kat edilen onlarca yolun, birkaç kelamı dinlemek için olduğunu düşününce, gerçekten kendime hakim olmakta güçlük çekiyordum. Dudaklarımın yer edindiği sırıtış mesafesi, dişlerimi yer yer gıcırdatmamla birleştiğinde, barındırdığım bu memnuniyetsiz tavrı dışarıya yansıtıyordum. Bu konuda kimseden bir çekincem yoktu. Ne babalık ne de diğerleri memnuniyetsizliğime laf edemezlerdi. Zira tüm bu konuşmalar, toplaşmalar küçük çocukların bir akşam oyunundan farksızdı. Madem ki babalık zihnimize fısıldıyordu her şeyi, bunu hepimizi sıra dışı üyelerden oluşan ekibimizi bir araya toplamadan da yapabilirdi nihayetinde. İşte bu yüzden sırıtıyordum olan bitene. Kekremsi bir tat bırakan bu sırıtış, babalığın sözlerini anlamadığım sonucunu yaratmıyordu elbette. Daha ilk başta anlayabilmiştim sözlerini ve gayesini. İşin en keyifli tarafı, babalığın da beni anlıyor olmasıydı zaten. Tüm bu toplaşmaların, sohbetlerin ve karanlığın benim açımdan yersiz ve gereksiz görünmesini en başında kabullenmişti. Beni bilerek, tanıyarak yaptığı konuşmalardan çıkan sonuç buydu. Sırf bu nedenle beni yargılamamış ve beni olduğum gibi kabullenmişti. Diğerleri açısından saygısız bir bunaktım belki de, ancak birkaç çoluk çocuk için kendimi değiştirecek değildim. Kaldı ki, yer yer yaşanan ufak atışmalara rağmen, kimsenin de beni yadırgadığı yoktu. Birkaç alaycı söz ve görmezlikten gelme dışında, günümü renk katan bir ortam yaşanmıyordu. Zaten böyle bir yadırgama olsa bile, bunu umursayacak havamda değildim.

“Ve hakikat muhakkak ki, tüm feveranlığa rağmen munis iradelerin kendini müşkül gören mahlukatlara sirayetinde gizlidir.”

Babalığın vaaz niteliğindeki cümlelerinin sonu geldiğinde, herkes sırayla açmaya başlıyordu gözlerini. Ben ise hiç kapatmadığım gözlerimi gölgeler arasındaki kişilerden alıp, simasını seçebildiklerime yöneltiyordum. Biraz önce neredeyse tamamı, babalığın uhrevi sözleriyle kendilerinden geçerken, şimdi hepsi aramıza geri dönüyordu. Kesişen bakışların yarattığı havanın altında, yüzümdeki sırıtışı biraz daha arttırıyordum istemsizce. Bir yandan da, karanlığın arasında bile renkli simalara ve çekiciliğe sahip yoldaşlarımızı bir kez daha tartıyordum. Ölmeyi unutmuş bir ihtiyar, sarı saçlarıyla seçilmiş kişi gibi duran parlak çocuk ve donuk bakışlarıyla ayrı bir çekiciliğe sahip bir kadın… Bu üçlemedeki tercihimi elbette çekici kadından yana kullanacaktım. Rin’in donuk suratı, sıradan insanlarda ürpertici bir hava yaratsa da, bulunduğum yerden oluşan perspektif, bundan uzaktı. Babalığın sözleriyle huzur bulan ruhu, yüzündeki çekilen kanı tekrar pompalıyordu ve daha canlı bir kadına dönüşüyordu. Belki de öyle değildi, bunlar sadece görmek istediklerimdi. Netice itibariyle, kana bulanmış ve kan arzulayan bu gözler her zaman Rin gibi birini göremiyordu. Bu anın tadını çıkarmak gerekiyordu.

Kınını bir savaşta yitirdiğim katanamın bu uhrevi ortama bir yansıma kazandırmasıyla, yakın zamanda bir kın almam gerektiğini fark ediyordum. Elbette oluşan yansımayı Rin’e doğru yönlendirirken, babalığın bu kez normal insanların da anlayabileceği bir şekilde konuşmaya başlamasıyla, tekrar ciddiyete davet ediyordum kendimi, yüzümdeki sırıtıştan taviz vermeden. Katanamı bacağımın arkasına doğru sürüp Rin’e yönelmiş bakışlarımı kesmeden, bize bahşedilen görevin detaylarını dinlemeye koyuluyordum. Tüm anlatımlar sonlandığında ise, topluca bir gösteriye çıkma vaktinin geldiğini öğrenmiş bulunuyordum. Ancak Ishigakure’ye geleceğimizi söylediğim zibidilerin beni bu kadar çabuk ve ansızın karşılarında görmeleri, hele ki buna hazırlıksız yakalanmaları karşısında yüzlerinin alacağı ifade benim için daha paha biçilmez bir haldeydi. Zihnimde bu görüntünün yarattığı keyifli hava, karşımda Rin’in duru güzelliği ile birleşince, keyfim iyice yerine gelmişti.

Görevimizde bize eşlik edecek kişiler arasında Rin’in olmaması büyük kayıptı benim açımdan. Zaten katanamın arzuladığı kan, bu kez de akmayacaktı. İşler bu noktada keyifsiz bir hal almaya başlıyordu. Yüzümdeki sırıtış bu kez memnuniyetsiz bir hava yaratmaya başlarken, bir başka isim daha da şevklendirmeye yetiyordu beni. Uchiha Sasuke… Katanımın kanını tatması gereken yegane kişilerden biri… “Bir gün.” diye iç çekiyordum sadece, “Bir gün.” Yürüdüğüm yollarda ardımda bıraktığım kan gölü, alışıldık tablolardandı. Ancak bu kan gölü uzun zamandır kurumuş haldeydi. “Bekle.” deniyordu sadece ve bekliyordum huzursuzca. Ancak artık aradığım fırsat elime geçebilirdi. Yeni bir yolculuk baş gösterirken, önümüze Uchiha Sasuke’nin çıkmasını canı gönülden arzuluyor ve geçtiğim diğer yollardan akan kandan daha azının akmasını istiyordum. Gülüşüm giderek yanaklarıma ağrı verecek kadar gerginleşirken, dileğimin gerçek olması için feda edebileceğim şeylerin listesini yapmaya başlıyordum. Ve bir de kına ihtiyacım vardı… Ben tek başıma olsam da, katanam sıcak kalacağı bir koynu hak ediyordu…
User avatar
Furuse Rin
Yalgın
Yalgın
Posts:7
Joined:October 14th, 2018, 9:40 pm

Re: Kılıcın Diğer Yüzü | Kısım 2: İlk Işıklar

Post by Furuse Rin » February 9th, 2019, 11:51 pm

O, konuşmuştu. Söyleyeceği herşeyi söylemiş, buyur etmesi gereken bütün emirleri buyur etmişti. Bize ise bunları takip etmek ve harfiyen yerine getirmek düşerdi. Zorunda olduğumuz için değil, yapılması gerektiği için. O muktedirdi ve herşeyin en iyisini bilirdi. Durmamı söylediği anda, Kaoru-san'ı yalnız bırakmamı söylediği zaman bile en iyisini o bilirdi. Karşı çıkacak değildim. Bizler hislerimiz ve çarpık mantık kurallarımız ile hareket ederken O, bunların üzerinde bir varlıktı. Tabii ki bu yozlaşmış yüreğim ve bozuk zihnim ile onun dediklerini kavrayamayacaktım. Bu normaldi.

Kaoru-san'a baktım ve güneş gibi parlayan suretini izledim bir süre. Uzak kalacaktım ondan ancak bu süre zarfında olabilecek en iyi şekilde yerine getirmesi gereken şeyleri başaracaktı, bundan emindim. O yüzden, başım dik ve gururum yerindeydi. Benim başka yerlerde olmam gerekiyordu ve kaderimin bu parçasını da başarıyla oynayacaktım, Kaoru-san gibi.

“Ve hakikat muhakkak ki, tüm feveranlığa rağmen munis iradelerin kendini müşkül gören mahlukatlara sirayetinde gizlidir.”

İçime sinmeyen tek bir şey vardı. Ishigakure'ye güvenini sorgulamıyordum O'nun, ufku bizden defalarca daha genişti ancak onların ne kadar barbar olduklarına bizzat şahit olmuştum. Sonumuzun hayrı onlarla beraber miydi? Sesimi çıkartmak istemedim, zaten ne düşündüğümü biliyor olmalıydı. Çekincelerimi dile getirmesem de vücut dilim bana ihanet ediyordu. Ancak O eğer diyecek bir şey olduğunu düşünseydi, konuşurdu. Onun söylediği yoldan çıkmadığım sürece kaderim onunla aynı yolda kalacaktı, başkalarının bu yola nail olup olmaması onların sorunuydu.

Uchiha Sasuke ise apayrı bir konuydu. Belki sadece onda ve bir kaç kişide daha bu dünyayı değiştirecek irade ve bu iradenin arkasında durabilecek bir güç vardı. Fakat karşı karşıyaydık. Çünkü, kördü. Gözleri O'nun kudretine yaraşır bir geçmişe sahip olsa da, kördü. Başkasının iradesinin bir parçası olmayı seçmişti ve o irade dünyanın kendi kendine çürüyüp gitmesine göz yumabilecek kadar yozdu. Komikti belki de. Onun efsaneleri bizleri bu günlere getirmişti ancak artık geçmişteki yerini almalıydı. İşlevini yitiren uzuv, yokolurdu. Sonraki nesillere aktarılmamalıydı. Ancak geçmişin ruhu, hayaleti hala bizimleydi ve önümüzdeki en büyük engeldi. Hepimiz bir olsak bile onun önünde durabilir miydik, bilmiyordum.

Öğrenmek de pek istemiyordum. O yüzden, dikkatli davranmalıydım. Başımı saygıyla eğdim O'na ve etrafıma baktım. Yoldaşlarımın çehrelerini birer birer taradım. Hep beraber olduğumuzu biliyordum ve bu bana güç veriyordu. Herkese güvenim tamdı. Onlar yollarında ilerlerken, ben de yapılması gereken başka şeyleri yapacaktım. Ta ki yapamayana kadar. O'nun yoluna adadığım bu benliğin son dirhemleri kalana kadar.
Locked

Return to “Diğer Ülkeler”