Gözlerimi sarmalayan bu karanlık, anlamını çözemediğim yalnızlık... Yaşıyor muyum? Hayat bu mu peki? Neredeyim, kimim ben? Ringo diyorlar bana. Bir adım var. Diğer insanlarında bir adı olmalı. Diğer insanlar var mı peki? Annem... Anne nasıl bir şey? Anne ve Baba... Beni her hafta gelip izliyorlar. Yüzlerini göremiyorum, çok kısayım ve hücrede sadece karanlık var. Neden karanlık var? Dahası, neden hücredeyim ki? Sadece sorular var. Ben ve sorularım. Bir de karanlık. Yalnızlığımla oyunlar oynamak isterdim. En iyi dostumla. Ona sorular soruyorum ve içim alamadığım cevapların yankılarıyla her geçen saat biraz daha yanıyor. Karnım acıkıyor, önüme bir şeyler atıyorlar ve yiyorum. Midem bulana bulana yiyorum. Hiç güzel yemekler yemedim. Güzel yemekler nasıl oluyor ki? Başka yerler var mı bu dünyada? Mesela nerede doğdum acaba... Hep burada mıydım, sonradan mı geldim? Annem ve babam beni neden buradan almıyorlar. Onlara ihtiyacım var gibi. Gözyaşlarım öyle söylüyor. Ağlamaktan başka ne yapabilirim ki? Her gün ağlıyorum, sesim bile çıkmıyor artık. Ağladığım zaman hıçkırıklarım ve çığlıklarım üstüme üstüme geliyor. Sanki yankılar; hücrede kol gezen karanlıkla dans ediyor gibi. Boğuyorlar beni, sonra karanlık ellerini boğazımdan çekiyorlar ve nefes alıyorum. Göz yaşlarımı silerken bir yutkunma geliyor. Küçük bedenime bir titreme geliyor. Baştan aşağı bir şey çekiliyor benden. Tekrar etrafıma bakıyorum. Sadece karanlık var. Yukarıda bir pencere var, biraz ışık geliyor ordan. Bir adamın kafasını görüyorum. İşte o adam benim babam. Bana bakıyor ve geri gidiyor. Gölgesinden başka bir şeyi de görünmüyor. Her defasında kendimi yırtıyorum, çığlık çığlığa ağlıyorum ama sanki beni duymuyor. Diyorum ki: "Baba! Baba! Buradayım! Baba, beni buradan çıkar! Baba buradayım! BABA!" Artık klasikleşti. Bir senedir böyle aslında. Beni duymuyor olduğunu düşünüyorum. Pencere açık, ama duymuyor. Kendi kendime, hiç bir şeyin anlamını çıkaramıyorum. Annem ve babam gidiyor. Sonra biri geliyor. Genelde bir kadın gelir. Kıvırcık saçlı ve çirkin bir suratı var. Bana yemek getirir. Anlamını bile bilmediğim şeyler söyler. Artık dinlemiyorum onu. Çünkü söylediği her şeyi ezberledim. Ama bir türlü kavrayamıyorum. Ne anlama geliyor?
"Sen ki şüphesiz cezalandırıcı ve kudretli yaratıcımsın. Sen ki şüphesiz bu dipsiz kuyunun efendisi, yıldızların ve gerçek güneşin sahibisin.
Her yıldız kendi yörüngesinde, güneş hep aynı yerinde kalacak. Bu çocuk ise senin yüce amacında bir 'Kashikoi' olacak. Çektiğin acıyı anlayacak, acı çekecek. Çektiğin yalnızlığı tadacak, yalnız kalacak. Karanlığı öğrenecek, aydınlığı getirecek.
Bir nefese, bin karanlık
Bir yuduma, bin yalnızlık
Sonsuz ışığı, karanlık getirecek
Hükmün sonsuz olacak"
Her yıldız kendi yörüngesinde, güneş hep aynı yerinde kalacak. Bu çocuk ise senin yüce amacında bir 'Kashikoi' olacak. Çektiğin acıyı anlayacak, acı çekecek. Çektiğin yalnızlığı tadacak, yalnız kalacak. Karanlığı öğrenecek, aydınlığı getirecek.
Bir nefese, bin karanlık
Bir yuduma, bin yalnızlık
Sonsuz ışığı, karanlık getirecek
Hükmün sonsuz olacak"
Titriyorum, soğuktan değil. Titriyorum ama korktuğum için değil. Titriyorum çünkü söylediklerini düşündüğüm için değil. Kaç yaşındayım ki? Neden buradayım? Diğerlerini görüyorum ara sıra, onlar da bunu yaşıyor mu? 8 tane sayabildim onlardan. Benimle aynı uzunluktaydılar. Bu aynı yaşta olduğumuz anlamına mı geliyor? Onların da ailesi onları buraya bırakmış. Neden buraya bırakıldık? Şu an anneme sarılabilsem keşke, sonsuz şefkatiyle beni sarsa. Onun benim yanaklarımdan öpmesini istiyorum, annem nasıl biri bilmiyorum ama çok güzeldir kesin. Bana belki güzel yemekler yapardı. Hepsini yerdim ve bana hiç kızmazdı. Kızsa bile hiç üzülmezdim, çünkü o benim annem. Onun kokusu nasıl acaba? Annemin kokusu... Neden ihtiyaç duyuyordum buna? Bana kıvırcık saçlı kadın hep kutsallıktan bahsederdi. En kutsal amaca hizmet etmek için bunu yaşadığımdan bahsederdi. Peki kırbaçlar? Peki ya beni bağladıkları zincirler... Beni ağlatıyor onlar. Ama ellerim acıyor diye değil, sırtım sızlıyor diye değildi artık. Babamın kollarında koşmak isterdim. Dışarıda ama. Beni çıkardıkları o küçük bahçenin duvarının ardında ne var hep merak ettim. Yeşil bir ağaç görüyorum bazen. Mesela onun tepesine çıksam her yeri görürüm değil mi? Yoksa dünya daha mı büyük? Çok büyük olmalı. Ama ben küçüğüm. Tek bildiğim, çektiğim eziyet çok büyük ve altında her geçen gün eziliyorum. Umudunu koru diyor diğer çocuklar bana. Neden? Ailem beni gelip alacak mı? Yoksa hep burada mı kalacağım? Dünyada buradan başka neresi var ki... Kötü yemekler, karanlık, yalnızlık ve kırbaçlar... Başka neler yapılıyor? Mesela oyunlar var. Çocuklarla geçen sene oyunlar uydurmuştuk. Artık onlarla görüştürmüyorlar beni. Daha az bahçeye çıkabiliyorum. Çıkınca biraz yürütüyorlar. Sarı bir ateş parlıyor yukarıdan. O güneş olmalı işte. Kıvırcık kadının bana bahsettiği sıcak şey, güneş o olmalı. Biraz gözümü yakıyor ve dolduruyor ama onu çok sevdim. Kaldığım hücrede bazen hiç bir şey görünmüyor. Penceremden sızıp gelen ışık o olmalı. Eğer ışık böyle bir şeyse ben ışığı çok sevdim. Ama her zaman gelmiyor. Geldiğinde içim kıpırdıyor gibi oluyor, mutlu hissediyorum. Aynı his annem ve babam geldiğinde de oluyor. Beni görmüyorlar ve gelip almıyorlar ama yine de onların annem ve babam olduğunu biliyorum. Hissettiklerimi anlayamayacak kadar karanlıktayım. Düşüncelerimin sesleri duyuluyor. Ama bir türlü kafamı toplayamıyorum. Hep başka şeyler düşünüyorum. Cevap basit aslında, çok küçüğüm. Bunun farkına son zamanlarda vardım. Ellerim diğer insanlara göre daha küçük. Ellerim büyüdüğünde, vücudum da büyüyecek gibi duruyor. Bende büyüdüğüm zaman diğer büyük insanlar gibi küçük olanlara kırbaç mı vuracağım, onları karanlığa mı hapsedeceğim? Bunu istemiyorum.. Bana bunu öğretmelerini istemiyorum. Bunları artık yaşamak istemiyorum. Dünyanın geri kalanının iyi bir yer olduğu umuduyla yaşıyorum hep. Bir gün geldiğinde gülümsemek zorunda kalacağım. Ağlamayacağım hiç. Canım çok acısa bile ağlamak istemiyorum. Bazen gözyaşlarım kuruyor ve gözlerimin yanındaki oyuklara yapışıyor. O kadar çok ağlıyorum ki; bazen üstümdeki atlet ıslanıyor. Bileklerimde ki zincirler çok sıkıyor bileklerimi. Onları istemiyorum artık. Ama sarı saçlı o kırbaçlı adam geldiğinde ona karşı koyamıyorum. O çok güçlü. Artık kollarımı da bağladılar. Bana istediği kadar vuruyor. Bağırmamı söylüyor, bunun benim için bir hediye olduğunu söylüyor. Ben ise tek bir anlam yükleyemiyorum söylediklerine. Sadece vuruyor, ben ise içimdeki yalnızlıkla birlikte ağlıyorum. Yalnızlığım içimden taşıyor, vurulan her kırbaç darbesiyle karanlık hücrede duvarlara çarpıyor. Sonunda ise bana geri dönüyor. Ait olduğu yere. Kendimi bazen daha güçlü hissediyorum. Vurduğu zaman ağlamayacağımı ve aksine daha cesur duracağımı kendime tembihliyorum. Sanki o zaman düşündüklerimi anlıyormuş gibi, daha sert vuruyor. Ağlamaya başlıyorum tekrardan ama o susmuyor, hep konuşuyor...
Her bir kırbaç ışığa adandı, sana ceza değildir acı. Sana dert değildir karanlık. Sen güçlü olursan, kutsal ışık güçlü olacak. Sen bir acıya katlanırsan, ışık bin yıl yanacak...
Bir, karanlığın sonsuz laneti
İki, yalnızlığın cüretkar ödülü
Üç, ışığın yüce bilgeliği
Dört ......
Bir, karanlığın sonsuz laneti
İki, yalnızlığın cüretkar ödülü
Üç, ışığın yüce bilgeliği
Dört ......
İşte buradan sonrasını hep dinlemeyi unutuyorum. Ya acıdan bayılıyorum, ya da kulaklarıma bir çınlama geliyor... Ruhum sanki benden ayrılıyor gibi. Karanlık hücrede tek bir ses, gergin ve sert ipin bedenimle buluşması. Hissettiğim derin acı biraz rahatlıyor gibi. Kafamı taşımak, binlerce taşı sırtıma yüklenmek kadar ağır. Kollarım sanki hiç bende olmamış gibi. Gözlerim ise daha fazla açık kalamıyor...
Kırbaç günleri asla sırtımın arkasına yaslanamıyorum. Sanki duvarda çiviler varmış, bana batıyorlarmış gibi. Daha durgun oluyorum. Kapımın önüne hep bir adam gelip bilgiler veriyor. Dünyadaki önemli olayları anlatıyor. Buna "Tarih Dersi" diyor. Burada bazen insanlar geliyor ve içeri girmeden, kapının önünde bana bir şeyler anlatıyorlar. Çoğuna bir anlam yükleyemiyorum. Ama dinlemek güzel oluyor. En azından bana hep "yavrum, çocuğum" diyorlar ve bana kırbaç atmıyorlar. Bende onlara sensei diyorum. Çok kısa kalıyorlar ama. Gidiyorlar hemen. Bazen de ben uykuya dalıyorum. Yorgunluğum kemiklerimi sızlatıyor, acılar içimde derinleştikçe derinleşiyor. Hiç umutsuzluğa kapılmamış çocukluğum artık bir yerde ölecek ve gidecek. Biliyorum bunu. Daha çok ufağım, ama sanki büyükler gibi düşünebiliyorum. Bıraksalar oyun oynardım, annemin mis kokulu yemeklerini yerdim. Babama sarılırdım. Ama hiç bırakmayacaklar, biliyorum.
Son günlerde bir sözcük duydum mısralardan. Ellerine aldıkları kitaptan okudukları şeyler arasından duydum. "Kabulleniş..." İçimde tekrarlayıp duruyordum bunu. Bir anlam yükleyebilmiştim. Bende kabullenmeli miydim? "Kabullenirsen, kendini bırakırsan ışığa ulaşacaksın." diyorlar. Kabullenecek miyim? Eğer hiç kurtulmayı düşünmezsem, oyun oynamayı ve annemi görmeyi dilemezsem ve kırbaçları sevmeyi istersem kurtulacak mıyım? Kabullenirsem, bütün bunlar sona erecek mi? Işık bana gerçekten yardım edecek mi? Ama bir şey var. İçimde bir yumru. Sürekli titreşen, kalbimi çarptıran bir şey var. O minik bahçeye çıktığımda, uzunca ağacın üstünde kuşlar ve kargalar gördüm. Duvarın arkasında kuşlar bile çok mutluydu. Onları hayranlıkla izlerdim. Yürürdüm ve yürüdükçe uçmayı dilerdim. Belki de bir kuş olsaydım, bu acıya katlanmama gerek kalmazdı. Belki de bir yol vardı? Kuş olmasam da beni uçurabilecek bir yol vardı... Umudumu koruyacaktım. Onlar bana "Direnme" dedikçe direnmem gerektiğini hissediyor, "Kabullen" dedikçe ben kabullenmemeyi sürdürüyordum. Bedelini yaralarla, yalnızlıkla ve gözyaşlarımla ödüyordum. Ama bitecekti, biliyorum. Biliyorum çünkü benim ışığım farklıydı. Ben ışığımı gözümle görebilmiştim. Ben onu hep bekleyecektim.
Sanrılarım bazen gerçek gibi geliyordu, rüyalarıma giren şekiller gözümün önüne geliyordu. Yemek yedikten sonra hepsi düzeliyordu. Az yemek yediğimde ve çok aç olduğumda bunun olduğunu keşfettim. Canımın sıkıntısını gidermek için az yemeye başladım. Ama başıma çok ağrı giriyordu o zamanda. Her gün ilk uyandığımda tepemde annemi ve babamı görürdüm. Sonra kıvırcık saçlı kadın yanıma gelirdi ve bana mısralar okurdu elindeki eski kitaptan. Ben okuyamıyordum. Şekillerin anlamını çözemiyordum çünkü. Ama o okuyordu. Sonra acı çektiğim saatler geliyordu. Bu eziyet saatleri bitmek bilmeyen ve en uzun saatlerdi. Bana hiç acımıyorlardı, bu beni çok üzüyordu. En çokta bazen Babam da gelip, kırbaçlanışımı kapıdan izlerdi. Ben ona bağırırdım. O sadece gölgesiyle dikilirdi. Kırbaçlayan güçlü adam ise "Baban senden yüce bir amaç için vazgeçti! Şimdi uslu ol ve cezana boyun ey!" derdi. Ama.. Ama o benim babam... Neden bana acı çektirirlerken izliyor? Evladına acı çektirmeni sağlayacak bir amaç ne kadar yüce olabilir?
Bir yerden sonra artık dinlemeyi bıraktım. Çok durgunlaşmıştım. Sanki hiç enerjim yoktu gibi. Kollarım asla kalkmıyor, biraz havaya kaldırdığımda ise sanki birer lastikmiş gibi havada süzüle süzüle yere düşüyorlardı. Gözlerim ise sanki ait oldukları yerlerde değildi. Yuvaları bambaşka bir yerde gibiydi. Hep dışarıya çıkacağım anı beklerdim. Çıktığımda ise kolumdan sürüklenerek içeri geri tıkılırdım. Tekrardan dersler, ceza ve karanlık. Şarkı dedikleri şeyi öğrenmiştim. Bazı sözleri anlamlı şekilde bir araya getirince şarkı oluyordu. Çok hoşuma gitmişti ve şarkıları çok sevmiştim. Sanki ruhumu dinlendiriyor, içimdeki sıkkınlığı ve acıyı alıyordu benden. Çocuksu hayallerime bir kapı daha aralıyor, renkli dünyalara ulaşmamı ve seyyahlık etmemi sağlıyordu. Bazen bir öğretmen oluyordum, bazense bir işçi. Bazen kalem ve kağıtla bir taşın üzerinde oturup yazılar yazarken, bazen de arkadaşlarım oluyordu. Onlarla oyunlar oynuyor ve eğleniyordum. Her hayalim kalbimi bir ayrı çarptırıyor, yüzümdeki gülücüklerin tekrar tomurcuklanmasını sağlıyordu. Bir yaprak gibiydi gözlerim, güneş doğar doğmaz yönelirdi güneşe. Hep bakardım, gözümü yaksa da bakardım... Zincirlerimi eritmesini isterdim, öyle bir eritsin ki bir daha bağlayamasınlar beni. Bir daha ağlamayayım, bir daha bu karanlıkta kalmayayım diye. Hiç gerçekleşmedi. Ama beklemeye devam ediyor minik kalbim. Belki bir gün...
Kırbaç günleri asla sırtımın arkasına yaslanamıyorum. Sanki duvarda çiviler varmış, bana batıyorlarmış gibi. Daha durgun oluyorum. Kapımın önüne hep bir adam gelip bilgiler veriyor. Dünyadaki önemli olayları anlatıyor. Buna "Tarih Dersi" diyor. Burada bazen insanlar geliyor ve içeri girmeden, kapının önünde bana bir şeyler anlatıyorlar. Çoğuna bir anlam yükleyemiyorum. Ama dinlemek güzel oluyor. En azından bana hep "yavrum, çocuğum" diyorlar ve bana kırbaç atmıyorlar. Bende onlara sensei diyorum. Çok kısa kalıyorlar ama. Gidiyorlar hemen. Bazen de ben uykuya dalıyorum. Yorgunluğum kemiklerimi sızlatıyor, acılar içimde derinleştikçe derinleşiyor. Hiç umutsuzluğa kapılmamış çocukluğum artık bir yerde ölecek ve gidecek. Biliyorum bunu. Daha çok ufağım, ama sanki büyükler gibi düşünebiliyorum. Bıraksalar oyun oynardım, annemin mis kokulu yemeklerini yerdim. Babama sarılırdım. Ama hiç bırakmayacaklar, biliyorum.
Son günlerde bir sözcük duydum mısralardan. Ellerine aldıkları kitaptan okudukları şeyler arasından duydum. "Kabulleniş..." İçimde tekrarlayıp duruyordum bunu. Bir anlam yükleyebilmiştim. Bende kabullenmeli miydim? "Kabullenirsen, kendini bırakırsan ışığa ulaşacaksın." diyorlar. Kabullenecek miyim? Eğer hiç kurtulmayı düşünmezsem, oyun oynamayı ve annemi görmeyi dilemezsem ve kırbaçları sevmeyi istersem kurtulacak mıyım? Kabullenirsem, bütün bunlar sona erecek mi? Işık bana gerçekten yardım edecek mi? Ama bir şey var. İçimde bir yumru. Sürekli titreşen, kalbimi çarptıran bir şey var. O minik bahçeye çıktığımda, uzunca ağacın üstünde kuşlar ve kargalar gördüm. Duvarın arkasında kuşlar bile çok mutluydu. Onları hayranlıkla izlerdim. Yürürdüm ve yürüdükçe uçmayı dilerdim. Belki de bir kuş olsaydım, bu acıya katlanmama gerek kalmazdı. Belki de bir yol vardı? Kuş olmasam da beni uçurabilecek bir yol vardı... Umudumu koruyacaktım. Onlar bana "Direnme" dedikçe direnmem gerektiğini hissediyor, "Kabullen" dedikçe ben kabullenmemeyi sürdürüyordum. Bedelini yaralarla, yalnızlıkla ve gözyaşlarımla ödüyordum. Ama bitecekti, biliyorum. Biliyorum çünkü benim ışığım farklıydı. Ben ışığımı gözümle görebilmiştim. Ben onu hep bekleyecektim.
Sanrılarım bazen gerçek gibi geliyordu, rüyalarıma giren şekiller gözümün önüne geliyordu. Yemek yedikten sonra hepsi düzeliyordu. Az yemek yediğimde ve çok aç olduğumda bunun olduğunu keşfettim. Canımın sıkıntısını gidermek için az yemeye başladım. Ama başıma çok ağrı giriyordu o zamanda. Her gün ilk uyandığımda tepemde annemi ve babamı görürdüm. Sonra kıvırcık saçlı kadın yanıma gelirdi ve bana mısralar okurdu elindeki eski kitaptan. Ben okuyamıyordum. Şekillerin anlamını çözemiyordum çünkü. Ama o okuyordu. Sonra acı çektiğim saatler geliyordu. Bu eziyet saatleri bitmek bilmeyen ve en uzun saatlerdi. Bana hiç acımıyorlardı, bu beni çok üzüyordu. En çokta bazen Babam da gelip, kırbaçlanışımı kapıdan izlerdi. Ben ona bağırırdım. O sadece gölgesiyle dikilirdi. Kırbaçlayan güçlü adam ise "Baban senden yüce bir amaç için vazgeçti! Şimdi uslu ol ve cezana boyun ey!" derdi. Ama.. Ama o benim babam... Neden bana acı çektirirlerken izliyor? Evladına acı çektirmeni sağlayacak bir amaç ne kadar yüce olabilir?
Bir yerden sonra artık dinlemeyi bıraktım. Çok durgunlaşmıştım. Sanki hiç enerjim yoktu gibi. Kollarım asla kalkmıyor, biraz havaya kaldırdığımda ise sanki birer lastikmiş gibi havada süzüle süzüle yere düşüyorlardı. Gözlerim ise sanki ait oldukları yerlerde değildi. Yuvaları bambaşka bir yerde gibiydi. Hep dışarıya çıkacağım anı beklerdim. Çıktığımda ise kolumdan sürüklenerek içeri geri tıkılırdım. Tekrardan dersler, ceza ve karanlık. Şarkı dedikleri şeyi öğrenmiştim. Bazı sözleri anlamlı şekilde bir araya getirince şarkı oluyordu. Çok hoşuma gitmişti ve şarkıları çok sevmiştim. Sanki ruhumu dinlendiriyor, içimdeki sıkkınlığı ve acıyı alıyordu benden. Çocuksu hayallerime bir kapı daha aralıyor, renkli dünyalara ulaşmamı ve seyyahlık etmemi sağlıyordu. Bazen bir öğretmen oluyordum, bazense bir işçi. Bazen kalem ve kağıtla bir taşın üzerinde oturup yazılar yazarken, bazen de arkadaşlarım oluyordu. Onlarla oyunlar oynuyor ve eğleniyordum. Her hayalim kalbimi bir ayrı çarptırıyor, yüzümdeki gülücüklerin tekrar tomurcuklanmasını sağlıyordu. Bir yaprak gibiydi gözlerim, güneş doğar doğmaz yönelirdi güneşe. Hep bakardım, gözümü yaksa da bakardım... Zincirlerimi eritmesini isterdim, öyle bir eritsin ki bir daha bağlayamasınlar beni. Bir daha ağlamayayım, bir daha bu karanlıkta kalmayayım diye. Hiç gerçekleşmedi. Ama beklemeye devam ediyor minik kalbim. Belki bir gün...
"Belki o kuşlar gibi... Belki cıvıldayan o kuşlar gibi özgür olurum..."