Page 1 of 1

Kardelen

Posted: April 12th, 2019, 12:09 am
by Kitamura Susumu
Image


Solgun renkteki ellerinin saçımda dolanmasına izin verdim. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık; ne dokunuşu içimi ısıtabiliyor, ne de gülümseyişinin özgüvenle parladığına emin olabiliyordum. Bir sorun vardı, basit zihnimin anlamlandıramayacağı, kendi dünyasına özgü problemler. Bir kez daha fark ettim ne kadar ayrı çizgilerde olduğumuzu. Birbirine doğru uzanan, şans eseri kesişmiş ve artık ayrılma vakitleri gelen çizgiler. Kabuklarımız aynı olsa da, iç yaşantılarımız bambaşkaydı. Belki de, bambaşka kalmaya da devam etmeliydik.

Son bir defa elimle elini kapattım. Yanağımın üzerine sıkıca bastırdım elini son bir kez, gözlerimi iyice kapatıp anı iyice hatrıma kazırken. Artık bitmeliydi, kendi dünyasına dönmeli ve beni basit yaşantıma geri salmalıydı. Çocuğumla başbaşa kalmak istiyordum, onu tek başıma yetiştirebilirdim, kendimi de bu günlere getirmeyi başardığım gibi. Seçtiğim yollar kimileri için doğru değildi belki de, fakat pişman değildim. Kimileri gibi hatalarımı yüzüme vurmadığı için ona her zaman minnettar kalacaktım, buna emindim. Tıpkı, insanların uğruna çok çirkin işleri göze alabileceği cinsten bir sevgiyi bana yaşattığı için de minnettar kalacağım gibi. Beraber geçirdiğimiz bu bir sene, bana çok şey katmış ve her türlü duyguyu tatmamı sağlamıştı. Mutluluk, heyecan, hüzün, korku...
Artık hepsi sonlanacaktı. Dudaklarım aralandı zehir zemberek sözcükleri dökmek niyetiyle. Sıkıntımın ne olduğunu anlamaya çalışan yeşil gözleri, aradıkları cevabı birazdan bulacaktı.




Keskin bir gök gürültüsüyle yerimden sıçradım. İçim sıkıntıyla dolmuştu uyanır uyanmaz, fakat bu sıkıntının kaynağı gürleyen gökün yarattığı dehşet değildi. Bazı akşamlar rüyalarıma, son gecemiz eşlik ediyordu inatla. Sebebi neydi? Yaptığım hatayı bilinçaltımın yüzüme vurması mı, yoksa yollara düşüşümün ne kadar mantıksız olduğunu bana anlatmaya çalışan bir savunma mekanızması mı? Halbuki kendim etmiş, kendim bulmuştum tam anlamıyla. Sözümden geri dönmenin, kendime, kendimi geçtim çocuğuma bu kadar zahmet çektirmenin alemi neydi?

Bilmiyordum.

Bilmediğim topraklarda onun izini sürdüğüm bilmem kaçıncı aydayım. Oğlum, dün iki yaşına bastı. Yıkık dökük bir handa ufak bir parça kek ile bir adet mum, bu özel günü başbaşa kutlamamıza yetti. Gün geçtikçe çevresinde olup bitenleri daha iyi anlamaya başlıyor, daha anlamlı sözcükler saçmalıyordu. Yere bıraktığım anda etrafta bıdır bıdır koşmaya başlaması da cabası. Onun bu halini gördükçe, içimdeki karmaşa daha da şiddetleniyordu aslında. Oğluma zarar verebilecek aktivitelerden uzak durmamı, gerisin geri korunaklı köyümüze dönmemi söylüyordu bir yanım. Diğer yanım ise çocuğumun babasız büyümesini engellememi, ona verebileceğim en iyi hayat için çabalamam gerektiğini tembihliyordu bana. Gün geçtikçe çevrem daha tekinsiz bir hale bürünüyor, birikimlerim de bitmeye birer adım daha yaklaşıyordu. İki yıl önce, oğlunu sadece bir defa gördükten sonra gitmesini, Yıldırım Ülkesi'ne geri dönmesini istediğim adamın tekrar yakınlarında olmak da garip bir duyguydu. Fakat bu duygu, beni aynı zamanda ona çok uzak da hissettiriyordu. Tüm bu faktörlerin birleşimi, beni garip bir bunalıma sürüklüyordu. Bunalımdan ziyade bir kaos, bir karmaşa, bir çaresizlik. Bilmiyorum.

Beni tekrar kabul edecek miydi? Hatalarımı bir kez affetmişti, gene affeder miydi acaba? Ya, bir başka aile kurduysa kendine? Elleri bir başka kadının saçlarında geziyorsa? Başka çocukları olduysa? Hayır, hayır. Daha önce kimseye bu kadar bağlanmadığını söylemişti Seika. Karmaşık hayatını uğruma geride bırakabileceğini, yeni bir sayfa açmak istediğini... Bana hiçbir zaman yalan söylemedi ki! Bu basit korkuların bana yaklaşmasına izin vermemeliyim. Kafamı hayali korkularımı kışkışlamak istercesine sağa sola salladım bir süre. Ne düşünürsem düşüneyim, beni hangi his ele geçirirse geçirsin, yolumdan tekrar dönmemeliydim artık. Seika'yı bir defa kovmuş ve pişman olmuştum, onu bir daha görmek istemediğime dair düşüncelerim zamanla değişmiş ve beni, peşine düştüğüm bu yolculuğa itmişti. Tekrar mızıkçılık yapmayacak ve bu sefer kalkıştığım bu işin sonuna kadar gidecektim. Onu bulacak, ne kadar pişman olduğumu ona söyleyecek ve evlilik teklifini kabul edecektim. Evet, evet hala istiyorsa elbette, onunla gerçekten bir aile olmayı ben de isteyecektim.

Sağ elimi yerinde hala sesli sesli uyumakta olan çocuğumun karnına koydum ve bir süre böyle kaldım. Gök gürültülerine alışmış olmalıydı, bir kaç hafta önce olduğu gibi ağlayıp patlayarak tepki vermiyordu artık. Hatta, uykusunu bölmelerine bile izin vermiyordu. Keşke ben de alışabilseydim diye düşündüm içimden. Keşke, ben de rahat rahat uyumaya devam edebilsem ve gecenin bir yarısında düşüncelere dalmak için kendime bahane etmesem bu sesleri. Elimi karnından çekip çocuğu iyice kavradım ve kucağıma aldım. Ayaklandım yavaş bir şekilde, uykusunu bölmemek isteyerek. Boştaki elimle komidindeki sigarayı kaptım ve kapıya, aşağı yollandım pıtı pıtı adımlarla. Biraz hava almak istemişti canım fakat oğlumu odada yalnız bırakacak kadar da güvenli bir mekanda olduğumuzu hissetmiyordum. Uzun ve karanlık koridordan geçerek merdivenlere ulaştım. Temkinli adımlarla basamakları aştım. Bankodaki kadına selam verip, bahçeye çıktım.

Oradaydı. Bir kaç gündür handa çeşitli kerelerce gördüğüm sessiz sakin kız, yine benimle aynı saatlerde bahçedeydi. Han kapısına en uzak noktadaki ahşap bankta oturmuş, hiçbir hareket sergilemeden dağları izlemeye koyulmuştu yine. Yer yer pembeye çalan yumuşak sarı saçları ve minyon tipiyle sevimli bir kızdı. Tam kıskanacağım, özeneceğim cinsten. Daha önce konuşmamıştık, fakat bakışmalarımızla bir iletişim kurduğumuzun ikimizin de farkındaydık. Onu, oğlumu incelerken yakalıyordum zaman zaman. Çocuğuma yemek yedirirken veya onunla ilgilenirken, kahverengi gözleriyle bizi süzdüğünü hissedebiliyor, fakat bunu doğal içgüdülerle yaptığının da farkına varıyordum çoğu zaman. Bir çocuk bekliyordu ve bol kıyafetleriyle bu halini saklamakta pek başarılı olduğu söylenemezdi. Benim gibi normal bir sivil de değildi. Seika'nın etrafındayken hissettiğim o garip aurayı bu kızda da sezebiliyordum. Ah, bir de çenesindeki yara izi elbette, bir shinobi olduğunu biraz ucundan ele veriyordu sanki.

Bu gece çekincemi yıktım. Zararsız, niyeti bozuk biri olmadığı belliydi. Belli ki deneyimsizdi de, tüm bu hamilelik, annelik konularında. Belki korkuyordu da. Birilerinin yolunu da mı gözlüyordu? Neden her gece gözlerini dağlara dikiyordu? Konuşmaya ihtiyacı mı vardı? Benim vardı zira. Aylardır arkadaşlarımdan uzaktaydım, aylardır bir insanla çekinmeden konuşabildiğim bir sohbet yaşayamadım. İşte bu sebeplerden dolayı, bu gece çekincemi yıktım. Yanına iyice yaklaşmışken basit bir öksürükle geldiğimi haber verdim, yanına oturacağımı. Yavaşça oturdum tepemizdeki verandaya çarpan yağmurun sesi kulaklarımı tekrar doldururken. Bir süre, konuşmadan bu şekilde bekledim. Bir kaç dakika sonra ağzımdan çıkan tek cümle, "Dağlara sürekli hakim olan bu yağmurlar yüzünden buraya Yıldırım denildiğini duydum." olmuştu.

"Fazla yaratıcı, değil mi?"

Re: Kardelen

Posted: April 29th, 2019, 10:52 pm
by Kitamura Fuu
Image

Elindeki kunai ile ona doğru ivmelenen shurikeni savuşturmayı başarmıştı. Lakin savuşturduğu shuriken daha sağ tarafındaki defne ağacının gövdesine saplanmadan başetmesi gereken bir shuriken ve bir kunai daha vardı. Kouki, eskisi kadar atik değildi. Köyü geride bıraktıklarından beri zaten shinobi hayatından da uzaklaşmıştı. Yeteneklerini çok az kullanıyordu. Ayrıca son sekiz aydır karnında onunla birlikte büyüyen can da yetilerini kısıtlıyordu büyük oranda. Ani hareket neredeyse yapamıyor ve çok elzem olmadığı sürece normal bir insandan hızlı hareket etmiyordu. Gelen kunaiden eğilerek kurtuldu ancak shurikenden kurtulmak için yeterince seri davranamadı. Daha büyük bir zarardan kaçınmak adıyla kolunu yüzüne doğru siper etti, etini delen shuriken kızın acı içinde bir nefes vermesine sebep olmuştu. Her şey burada sona erecek gibi geliyordu. Bir kaç gündür peşlerinde olan shinobi ekibi onlara yetişmişti. Nikkougakure shinobilerinin yanında iki tane de ödül avcısı var gibiydi. Hayvanlar gibi avlanıyorlardı, haksız yere. Nikko, suçsuz yere suçlu konumuna düşmüştü. Hatta nasıl olsa kaçağım psikolojisine girip götü başı dağıtmamıştı çocuk. Masum olan kimsenin kılına bile zarar getirmiyordu Nikko ve ekibi. Kendi canlarını kurtarmak için bile birilerini öldürmüyorlardı. Onların peşine düşen köy shinobilerini etkisiz hale getirdikten sonra kolayca bulunabilecekleri yerlere bırakıyorlardı hatta. Geçimlerini ise küçük köylere dadananları avlayarak yada kervanlara korumalık yaparak sağlıyorlardı. Onlarla aynı sınıfa mensup diğer insanların aksine, kimseye tehlike arz etmiyorlardı.

"Doton: Moguragakure no Jutsu!"

İlk önce parçalanıp dağılan toprağın sesini duydu, sonra gözlerini kamaştırdı o toprağın içinden çıkan kılıcın parıltısı. Batmakta olan güneşin son sızıntıları bu kılıcın ucunda birikmişti adeta. O kılıcın karnına yaklaştığı her saniye zamanın biraz daha yavaş aktığını hissedebiliyordu. Kılıcı tutan el yavaş yavaş çıkıyordu yerden, yavaş yavaş kılıç ve çocuğu arasındaki mesafe azalıyordu. Yavaş yavaş ölüm geliyordu. Kendisine olacaklardan çekingesi yoktu. Güzel bir hayat yaşamıştı, sevdiği adam ile bir sürü güzel anı, güzel arkadaşlıklar edinmişti. Bu kılıç karnını deşip geçtiğinde, toprak onun kanıyla ıslandığında ve ruhu ile bedeninin arasındaki görünmez bağ koptuğunda bir pişmanlığı olmazdı. Eğer karnındaki çocuk olmasaydı. Hiç düşünmeden ellerini siper etme amacıyla kollarına komut verdi. Belki, belki kılıcı tutabilirdi elleriyle. Çocuğuna zarar gelmezdi böyle, belki bir şekilde engel olabilirdi onun canının yanmasına. Bir umut.

"Git burdan! Kaç Kouki-san! Çocuğu kurtar!"

Akmayan zaman tekrar akmaya başlamıştı bu sözlerle birlikte. Kılıç daha fazla hareket etmiyordu, yüzünde hissedebildiği bir sıcaklık vardı. Shiki! Tam dört yıl önce onlara katılmıştı Shiki. Tıpkı Nikko gibi oda suçsuz yere fişlenmiş bir shinobiydi. Oysa o köyüne ihanet etmemişti. Aksine köyüne ihanet edenlerin peşine düştüğü için hain damgası yemişti. Takigakure alınbandını hala gururla taşıyordu çantasında. Nikko ile Kouki, onun kaçak olmasına sebep olan bir shinobiyi yakalamasında ona yardımcı olmuşlardı ve o günden beri Shiki onlarla birlikteydi. Elleri paramparça olmuştu kılıcı durdururken, kılıç bir elinin avucunun içini yarıp geçmişti ama öbür eliyle kavramayı başarmıştı. Durumu kötüydü, kan içindeydi sırtında koca bir yarık vardı. Belli ki son gücüyle, can havliyle Kouki'yi ve çocuğunu kurtarmak istemişti. "Kaçsana!" diye haykırdı Shiki. Sözlerini bitiremeden öksürmeye başladı, ağzından daha fazla kan tükürerek. ''Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim Shiki.'' diyebildi Kouki. Kaçmaması gerekiyordu, savaşması ve arkadaşını koruması gerekiyordu. Yapamazdı. Shiki'nin hayatına karşılık çocuğunun hayatı. Böyle düşünmemesi gerekiyordu belki ama yavrusu için binlerce insanın canını alabilirdi, düşünmeden.

Kapanmış göz kapakları başka bir öksürük sesiyle tekrar açılmıştı. Shiki'nin değillerdi elbet. Shiki'nin bedeni çoktan parçapinçik edilmiş olmalıydı incelenme uğruna. Bu, ona yaklaşan kadından geliyordu. Aynı handa bir kaç gez gördüğü çocuğuyla seyahat eden bir kadındı bu. Ağır adımlarla Kouki'ye yaklaşıyordu. İster istemez eli çantasına gitti, kunaisine. Lakin bu düşünceden çok çabuk çıktı. Kadında o hava yoktu, shinobilere has o koku. Kızın yanına oturduğunda başını ona çevirdi ve gülümsedi Kouki. Verandaya çarpan yağmur damlalarının tınısının arasına çok güzel karışmıştı kadının sözleri. Gülümsemesini devam ettirdi Kouki. '' Benim geldiğim yer, Gün Işığı Ülkesi, ismini eşsiz gündoğumlarından almış. Sanırım insanlar her gün gördükleri manzaralara isim vermeyi seviyor. "

Re: Kardelen

Posted: July 14th, 2019, 2:35 am
by Kitamura Susumu
Alaycı bir ses çıktı ağzımdan. Kızın düşüncelerine değil, ülkelerin mantalitesine karşıydı bu tavrım. En güzellikten ziyade, ilk gören kapıyor sanırım bu ünvanları. "Ateş Ülkesi'nde çimenin daha yeşil olduğuna yemin edebilirim, ama gel gör ki benim ülkem konmuş Çimen lafına." Güneş ise, her yerde aynı güneş halbuki.

Oturduğum yere iyice yerleştim, sırtımı hepten destekledim. Eh, her gün on kiloluk bir velet kucağınızdayken seyahat edince, bulduğunuz her köşeye yayılasınız geliyor. Bana hiç de laf edemezsiniz. Hafifçe eğdim kafamı öne doğru, kızın suratını daha net görmeye çalıştım dökülen perçemlerimin arasından. Yanakları ne de tatlı dolu doluydu halbuki, benim çiroz kafamın aksine. Saçları ise düşüncelerimi aksi çıkarmayacak şekilde bakımlıydı, muhtemelen yumuş yumuş olmalılardı. Kendimi çirkin hissetmedim değil kıza kıyasla. Çirkin, ve yaşlı.

Bir şey demeden, sapık gibi kızı incelediğimi fark ettim. Kaba bir hareket olmalıydı, fakat umrumda olmasa da genç bir kızı ürkütmemin de alemi yoktu. Tabii, çok sinir edersem o beni ürkütmekten de beter şeyler yapabilirdi bana karnındaki yüke bakmadan. Bu shinobi kesimi bazı anlarda çok acımasız hallere bürünebiliyor. Bir keresinde Seika onu çok kızdırdığım bir vakit beni alıp tava.... Neyse.

"Gençken senin gibi görünüp görünmediğimi hatırlamaya çalışıyordum, dalmışım." diye gülümsedim kızı kesmeyi bırakıp. Yalan söylemeye ihtiyaç duymadığım bir an. Üstelik, üstü kafalı iltifatlar herkesin hoşuna gider. En azından ben müptelasıyım, tabii bu benim doğam. "Sanırım ilk benim kendimi tanıtmam lazım. Ben Tanezaki. Mesleği sürekli değişen ama şu an gezgin olan düz bir kadın." Bir süre bir şey demedim. Kısa ve netti kendimi tanımlayışım. Bu yaşıma kadar kendimi hala çözememiş olmamı hesaba katarsak, kendimce başarılı bir eylem olmalıydı bu yaptığım. Sahi, bir gezgin olarak tanımlayabilir miydim kendimi? Seika ile tanışıp kısmen yerleşik hayata geçmeden önce gezmediğim ülke, yapmadığım iş kalmamıştı resmen. En çok Ateş Ülkesi'ni sevmiştim. Fakat insanları da, atmosferi de özlenecek cinsten olsalar da, en çok da Çimen Ülkesi evimdeymiş gibi hissettirmişti. Yıllar önce isteyerek terk ettiğim o duyguyu Seika'nın da sayesinde, tekrar ucundan tadabilmiştim. Tabii, bir de hamilelik mevzuu vardı elbette. Başlarda sıkıntı olmasa da karnınız büyüyüp ters bir kaplumbağaya dönüştükçe gezmek ne kelime, bakkala bile gidemez hale geliyorsunuz.

Ah... Oğlum. Bana az çektirmedi değil o zamanlar.

Kucağıma iyice tüneyip sızan çocuğumu hafiften bir kontrol ettim. Sırtını okşadım, üşüyüp üşümediğini kontrol ettim etrafına sardığım hırkayı tekrar düzenleyerek. "Bu da benim oğlum, benimle oradan oraya sürükleniyor ama bence şikayetçi değil." Kıkırdadım hafiften, çocuğun dile gelip oldukça resmi bir dille, hayatından memnun olmayışını anlattığını hayal ettim bir anlığına. Seika'nın huyunu kapmışsa da kelimelerle arası çok iyi olacaktı. Eminim büyüdüğünde, ergenliğinde falan başım çok ağrıyacaktı tartışırken. "Gerçi bazen ağlama krizine girdiğinde çok saçmalayıp çıldırtıyor ya, neyse." Kıza döndüm tekrar, bakışlarım suratı ve karnı arasında dolandı bir iki sefer, bir şeyler ima edercesine.

"Ama alışıyor insan bir süre sonra, merak etme."

Re: Kardelen

Posted: January 11th, 2020, 1:06 am
by Kitamura Fuu
"Alışmak." dedi sert ve hafifçe üzgünlüğe bulanmış bir nidayla. Bir şeylere alışmak, insanoğluna bahşedilen en garip ve şüphesiz en yorucu kabiliyet. Zaman algısının iyice yavaşladığı her günün ekseriyetle uzadığı en ufak şeylerin bile derin düşüncelere giden kapıları araladığı en basit zevklerin bile insanı terk etmesiyle başlayıp, bir takım acıların yavaş yavaş yitip gittiği, yavaş yavaş insanın üstüne kapanan bulutların açılıp aslında her zaman parlayan güneşin ilk ışıklarını tekrar davet edilmesiyle, zamanın normal akışına dönüp, açılan yaranın bıraktığı ve asla iyileşmeyecek o izin bir bayrak gibi orada, tüm o tecrübenin geride bıraktığı hatıranın bir gardiyanı gibi, bir işaret fişeği gibi insanın zihnine kazınmasıyla sonlanan bir süreç.

Yanındaki kadının tek bir kelimesiyle böyle derin bir kuyuya düşebiliyordu, tek bir söz, o gardiyanın görevini terk etmesine ve o zehrin tüm vücuda zerk ederek beyni bulandırmasına yetebiliyordu. Böyle yaşamak, yada yaşıyor taklidi yapmak zor bir vazifeydi tartışmasız. Yaşamla ölüm arasındaki o mecazi çizginin üstünde dans etmeye yabancı değildi. Onlarca keskin ve can almaya alışmış bıçağın kılıcın arasından bir gelincik gibi sıyrılırken, cehennemin alevinden, gökleri titreten yıldırımdan ve nicesinden kurtulurken, nefesin ciğerlerine son bir kez dolduğundan emin olup her şey ile vedalaşırken bile bu kadar ağır gelmemişti yaşamak bu kadar meşgul etmemişti zihnini. Lakin çehresine sıçrayan kan sevilen küçük bir çocuğa ait olunca, kulakları dolduran feryatlar birlikte gülüştüğü insanlardan çıkınca ve gözler içinizi bakınca ısıtan, her şey kötüye doğru tam istikamet giderken bile elinizi tutup sizi oradan çekip çıkaran insanın yavaş yavaş yittiğini görünce tüm o cehennem alevleri, tüm o bıçaklar hepsi ama hepsi beyaz elbisesiyle bekleyen bir gelin kadar güzel gözüküyordu insana. Onlar sizin için birer birer ölürken sizin yaşamanız ölmekten beter ediyordu insanı.

Hafif ama soğuk bir rüzgar ısınmış yanaklarına küçük küçük öpücükler kondurup geçip gitti. Bu vesileyle yaşayanların dünyasına tekrar teşrif edebildi. Etrafındaki her şey sanki yavaş yavaş sıfırdan oluşuyormuş gibiydi. Önce ağaçlık, sonra zemin ve ardından gökyüzü sonra gökyüzünün süsleri olan yıldızlar. Hepsi bir bir sırayla oluştuktan sonra içinde oturduğu han, masalar sandalyeler insanlar. En nihayetinde de o küçük çocuk ve annesi, Tanezaki. Öyle garip bakıyorduki kadına, sanki ömründe hiç insan görmemiş gibi şaşkınlıkla doluydu bu bakışlar. Kadının tek lafıyla sudan çıkmış balığa dönünce etrafında olup bitenleri idrak etmekten yoksun bir bebeğe dönmüştü sanki. Toparlanabilmek için çok uzun hissettiren bir kaç saniyenin geride kalması gerekmişti. Daha sonra gözleri kadının yavrusuna döndü. Küçük bir kuş gibiydi, annesinin kucağındaki yuvasına iyiden iyiye yerleşmişti saf yavrucak. Çocuğa bakarken suratında beliren hafif tebessümüne tezat oluşturuyordu gözleri. Sanki yüzü her şeyi unutup mutlu olmak istiyordu da gözleri tüm o yaşanmışlığı atlatamıyor gibiydi. Sağ elinin parmaklarını karnına götürdü. Kadının çocuğunu okşamasına o kadar imrenmişti ki kendi yavrusuna dokunma isteğini bastıramamıştı. Kirli parmaklarıyla karnını okşamaya devam etti. Ara sıra gelip giden o mutlu olma hissi tekrar yüzünü göstermişti. "Öyle mi dersin?" bir anneden başka bir anneye sorulan çok masum çok içgüdüsel bir soruydu bu. Can almak için eğitilen bir çocuktu Kouki. Anne olma rüyalarını çok küçükken geride bırakmıştı, tabi karnında yavrusunu ilk kez hissettiği an küçükken hayalini kurduğundan çok alakasız bir biçimde olmuştu. Hele hele Nikko'nun bebeğine hamile olmak, bir zamanlar onun içtiği bardaktan su dahi içmezdi. "Eğer olurda ayrılmamız gerekirse geçerken gördüğümüz han vardı ya neydi? Tombala Nekumi'nin Yeri mi ne , oraya kaç, ne yapar ne eder sana gelirim."Yıldırım Ülkesine girdikten sonra peşlerinde birilerinin olduğunundan şüphelenmeye başladıklarında böyle tembihlemişti Nikko, tehlike vuku bulursa Kouki bebekleriyle kaçacak Nikko da onları bulacaktı. Lakin günlerdir ortada yoktu Nikko ve asla gelmeyeceği duygusu günbegün büyüyordu Kouki'nin içinde. Gözlerini kapattı, düşüncelerini sıfırlamak istercesine yaptığı bir davranıştı bu. Kafasını dağıtmak için kadınla muhabbet etme fikrini kabul etti. Pek tabii hiç bir zaman iyi bir dil cambazı olamamıştı. "Nerelerden geldiniz, nerelere gidiyorsunuz ? Beyiniz nerelerde? Onunlada tanışmak isterim." gibi boş sorularla muhabbet başlatma çabasına girdi tabi sonra kendini tanıtmadığı aklına zerk etti ve sağ elini uzattı kadına lakin o kadar amatör davranıyorduki eli bir mızrak gibi fırladı. Daha sonra elinin havada kaldığını ve kalmaya devam edeceğini, çünkü kadının iki elininde yavrusunu tutmakla meşgul olduğunu fark etti. Hisleri ve farkındalığı 3 ayda bu kadar körelmemeliydi. Mızrak gibi fırlayan eli yine aynı şekilde geri çekildi ve bu sefer gerek salaklığından gerekse ne yapacağını bilmediğinden iyice utanmış ve kızarmıştı. Gözlerini kısıp kafasını kaşırken "Ben Fuu." dedi aklına gelen ilk ismi söyledi, gerçek ismini verecek kadar aptallaşmadığına şükretti. En azından hala yalan söyleyebiliyordu.