Kâra bulanmış İshigakure'nin, o bembeyaz ve en saf görüntüsü, hayatımda ilk kez bana bu kadar umutsuz ve karanlık gözüküyordu. Oysa kar beyazdı... Aynı insanların kendilerine yeni bir hayat arzularken, kurduğu cümledeki o beyaz sayfa gibi. O yüzden kâra ait olan görevin, her kış İshigakure'ye temiz bir beyaz sayfa açmak olduğunu düşünüyordum. Öyle değildi ama... Bu kar, uğursuz bir lehçe barındırıyordu. Onu duyamıyordum ve yağmurun kendine ait olan senfonisi, bu denli yumuşak bir yapıya sahip olan kâra bahşedilmemişti; ama o lehçe, onu hissedebiliyordum. Beyaz bir şeyin, çocukların kar topu oynamak için dört gözle beklediği bir iklimin, karanlık hissettiriyor olması, en az duymam gereken bir şeyi hislerimle algılamam kadar tezatlık barındırıyordu içinde; ama olan buydu.
Bu, içinde karanlık ve bir o kadarda umutsuzluk barından kârın o asırlardır süregelen ilkel kokusunu derince içime çekmek, çekindiğim bir davranıştı. Soğuk havanın ciğerlerime kadar dolması dayanabileceğimi düşündüğüm bir şeydi; ama dürüst olmak gerekirse, içinde umutsuz bir his barındıran bu atmosferi içime çekmek, dayanabileceğim bir şey değildi. Belki Yağmur ülkesinin o, artık kan kokan atmosferi kadar ağır ve ürkütücü değildi; ama en az oradaki kadar karanlık ve oradaki kadar umutsuzluk barındırıyordu. İşte beni endişeli kılan şey buydu.
Derin bir iç vererek, sanki kendi içimdeki o umutsuzluk ve karanlığı da kusarak, bu uğursuz atmosfere karıştırmak istedim. Bencilce bir davranış olduğunu ise belki çok geç fark ettim; ama bunu umursamadım. Çünkü adımlarımın beni gelmek istediğim o yere getirdiğini fark ettim. Shinano Dağı'nın yakınlarında, bir kısmı ağaçlık sayılabilecek bir arazinin iç kesimlerine inşa edilmiş ahşaptan bir kulübe sayılırdı gelmek istediğim yer.
Davetsiz adımlarım, kendini ziyadesiyle belli eden bir ağırlıkla karları ezip, ses çıkartmaktan çekinmezken, yavaş yavaş yaklaştım kulübeye hin bir gülümseme ile.
"Hey burası kişisel mülk alanı! Toz ol yoksa paralarım!" Yaşlı ve huysuz bir kadına ait olabilecek çatallaşmış bu ses tonu, kulağıma dolduğunda yüzümdeki o hin gülümseme yerini büyükçe bir sırıtışa bıraktı.
"Yıllar önce söylediğim gibi koca karı... Senden geçmiş artık." diye bir karşılık verdim, gaipten çıkmış gibi atmosferde yankılanan sese alaycılık ile. Bakışlarımı etrafımda gezdirirken, azda olsa temkinliydim. Sanki her an bir saldırı yiyecekmiş gibi, ciddi ve hazırdım; ama gene aynı şey olmuştu. Ne kadar hazır olursam olayım, o yaşlı kadının ansızın arkamda belirip enseme şaplak atmasını fark edememiştim.
"Hadi oradan! Önce götünü kolla sen. O kadar eğittik seni ama boş eğitmişiz belli!" dedi, öylece arkamda durmuş, karlara basan ama sanki hiç basmıyormuş gibi, naif bir duruş sergileyen yaşlı kadın. O yıllar kokan gözleri vücudumu ele geçirmiş, dikkatlice süzerken, ses tonundaki o alaycılığa kıyasla gözlerinde şefkat, yüzünde ise memnun bir gülümse vardı. "Yıllardır neden hiç uğramadın hergele? Öküz öldü ortaklık bitti mi?" Ama buna rağmen, ses tonu kesinlikle kızgın ve bu durumdan rahatsız olduğunu belli eden bir tona sahipti.
Haklı olmasının getirdiği o ağırlık, mahçup bir şekilde kafamı eğmeme sebep oldu. "Yoğundum desem sanırım kabahatimden büyük bir hata işlemiş olurum... Sadece her şeye uzak kalmak istediğim tatsız olaylar yaşadım." diye girdim söze kafam yavaşça eğikliğinden kurtulup, gözlerim Ayu-sensei ile buluşurken.
"Hey biraz daha bana böyle bakmaya devam edersen niyeti bozduğunu düşüneceğim! Ama diyeyim benden ekmek çıkmaz sana yavrum." dedi, dibime kadar girmiş olduğunu ancak o huysuz ve alaycı sesini duyduğumda fark ettiğim Ayu-sensei. Elindeki bastonu ile bacağımın arkasına sertçe bir tane geçirdikten sonra: "Hadi gel içeri." dedi, kulübeye doğru yürümeye başlayıp beni arkasında bıraktığı anda.
İçerisi hiç değişmemiş gibiydi. Yanan şöminenin içeri ısıttığı bu küçük kulübe, gerçek anlamda küçüktü. Tuvalet, mutfak, yaşlı karının uyuduğu oda ve bizzat kapıdan içeri girdiğinde seni karşılayan bu loş kokulu salon dışında hiçbir şey yoktu. Her bir odanın, standarttan çok daha küçük olması ise burayı asıl küçük kılan şeydi. Şöminenin önündeki iki adet sandalye vardı. Birine hızlıca çöküp, sırtını iyice sandalyenin sırtına veren Ayu-sensei, boş boş eve bakan bakışlarımı fark ettiğinde gözü ile hemen yamacındaki sandalyeyi işaret edip: "Gel yamacıma." dedi ilk ciddi anında. Dediğini yapıp, şöminenin diğer tarafına ilişip, yanına hemen oturduktan sonra: "Anlat, ne oldu?" diye sordu direk kılçıksız konuya girerek.
Bu, içinde karanlık ve bir o kadarda umutsuzluk barından kârın o asırlardır süregelen ilkel kokusunu derince içime çekmek, çekindiğim bir davranıştı. Soğuk havanın ciğerlerime kadar dolması dayanabileceğimi düşündüğüm bir şeydi; ama dürüst olmak gerekirse, içinde umutsuz bir his barındıran bu atmosferi içime çekmek, dayanabileceğim bir şey değildi. Belki Yağmur ülkesinin o, artık kan kokan atmosferi kadar ağır ve ürkütücü değildi; ama en az oradaki kadar karanlık ve oradaki kadar umutsuzluk barındırıyordu. İşte beni endişeli kılan şey buydu.
Derin bir iç vererek, sanki kendi içimdeki o umutsuzluk ve karanlığı da kusarak, bu uğursuz atmosfere karıştırmak istedim. Bencilce bir davranış olduğunu ise belki çok geç fark ettim; ama bunu umursamadım. Çünkü adımlarımın beni gelmek istediğim o yere getirdiğini fark ettim. Shinano Dağı'nın yakınlarında, bir kısmı ağaçlık sayılabilecek bir arazinin iç kesimlerine inşa edilmiş ahşaptan bir kulübe sayılırdı gelmek istediğim yer.
Davetsiz adımlarım, kendini ziyadesiyle belli eden bir ağırlıkla karları ezip, ses çıkartmaktan çekinmezken, yavaş yavaş yaklaştım kulübeye hin bir gülümseme ile.
"Hey burası kişisel mülk alanı! Toz ol yoksa paralarım!" Yaşlı ve huysuz bir kadına ait olabilecek çatallaşmış bu ses tonu, kulağıma dolduğunda yüzümdeki o hin gülümseme yerini büyükçe bir sırıtışa bıraktı.
"Yıllar önce söylediğim gibi koca karı... Senden geçmiş artık." diye bir karşılık verdim, gaipten çıkmış gibi atmosferde yankılanan sese alaycılık ile. Bakışlarımı etrafımda gezdirirken, azda olsa temkinliydim. Sanki her an bir saldırı yiyecekmiş gibi, ciddi ve hazırdım; ama gene aynı şey olmuştu. Ne kadar hazır olursam olayım, o yaşlı kadının ansızın arkamda belirip enseme şaplak atmasını fark edememiştim.
"Hadi oradan! Önce götünü kolla sen. O kadar eğittik seni ama boş eğitmişiz belli!" dedi, öylece arkamda durmuş, karlara basan ama sanki hiç basmıyormuş gibi, naif bir duruş sergileyen yaşlı kadın. O yıllar kokan gözleri vücudumu ele geçirmiş, dikkatlice süzerken, ses tonundaki o alaycılığa kıyasla gözlerinde şefkat, yüzünde ise memnun bir gülümse vardı. "Yıllardır neden hiç uğramadın hergele? Öküz öldü ortaklık bitti mi?" Ama buna rağmen, ses tonu kesinlikle kızgın ve bu durumdan rahatsız olduğunu belli eden bir tona sahipti.
Haklı olmasının getirdiği o ağırlık, mahçup bir şekilde kafamı eğmeme sebep oldu. "Yoğundum desem sanırım kabahatimden büyük bir hata işlemiş olurum... Sadece her şeye uzak kalmak istediğim tatsız olaylar yaşadım." diye girdim söze kafam yavaşça eğikliğinden kurtulup, gözlerim Ayu-sensei ile buluşurken.
Ayu-sensei
Ayu-sensei... Hikayesi bende büyük olan bir kadındı. Genin görevim sırasında, Shinano Dağında, burada tanışmıştım onunla. Bir şekilde takımımdan ayrı düşüp, bu civarlarda kaybolduğumda aynı bu zaman gibi, gene bu kulübe ile karşılaşmış ve buranın özel bir mülk alanı olduğunu söyleyen o sözleri duymuştum... Yıllar olmuştu. Bana Musatsu stilinin inceliklerini öğretmişti o günden sonra. Yıllar önceki haline kıyasla daha yaşlanmış gözüküyordu. Yüzündeki kırışıklar artmış, vücudu biraz daha o dinginliğini kaybetmiş gibiydi; ama buna rağmen ulaşabildiğimden çok uzak bir noktadan bakıyormuş gibi bakıyordu bana. Tüm saçları beyazlaşmış olmasına, ortalama bir kadından çok daha uzun olan vücudu kamburlaşmaya başlamasına rağmen, kesinlikle o noktadan bakıyordu."Hey biraz daha bana böyle bakmaya devam edersen niyeti bozduğunu düşüneceğim! Ama diyeyim benden ekmek çıkmaz sana yavrum." dedi, dibime kadar girmiş olduğunu ancak o huysuz ve alaycı sesini duyduğumda fark ettiğim Ayu-sensei. Elindeki bastonu ile bacağımın arkasına sertçe bir tane geçirdikten sonra: "Hadi gel içeri." dedi, kulübeye doğru yürümeye başlayıp beni arkasında bıraktığı anda.
İçerisi hiç değişmemiş gibiydi. Yanan şöminenin içeri ısıttığı bu küçük kulübe, gerçek anlamda küçüktü. Tuvalet, mutfak, yaşlı karının uyuduğu oda ve bizzat kapıdan içeri girdiğinde seni karşılayan bu loş kokulu salon dışında hiçbir şey yoktu. Her bir odanın, standarttan çok daha küçük olması ise burayı asıl küçük kılan şeydi. Şöminenin önündeki iki adet sandalye vardı. Birine hızlıca çöküp, sırtını iyice sandalyenin sırtına veren Ayu-sensei, boş boş eve bakan bakışlarımı fark ettiğinde gözü ile hemen yamacındaki sandalyeyi işaret edip: "Gel yamacıma." dedi ilk ciddi anında. Dediğini yapıp, şöminenin diğer tarafına ilişip, yanına hemen oturduktan sonra: "Anlat, ne oldu?" diye sordu direk kılçıksız konuya girerek.