Giichi... ölmüştü! Bu iyi bir haber miydi, yoksa kötü bir haber miydi, kestiremedi. Kafasında binlerce düşünce vardı. Fakat eyleme dökülmesi gereken sadece bir tane. Eğer ki tahmin ettiği gibiyse, bir gün Konoha shinobileri onu bulacaktı. Ne kadar erken ya da ne kadar geç olurdu, hiçbir fikri yoktu. Ama bu karşılaşmanın mutlaka bir gün gerçekleşeceğinden emindi. Bu yüzden, tek bir şeye ihtiyacı vardı. Ağzından düşürmediği ve düşüncelerinden eksiltmediği şeye, güce ihtiyacı vardı! Bir an önce güçlenmeliydi. En kısa sürede. Ne kadar hızlı, o kadar iyiydi. Zaman insanları beklemezdi çünkü.
Şimdiden ölümün tatlı fısıltılarını duymaya başlamıştı. Bir Shinigaminin kapısını çalıp, orağı ile başını boynundan sökeceği gün; sandığından çok daha yakın olabilirdi. Durumun ciddiyeti, işin mühimmiyeti bir kenara; şu an bile bir belirsizlik içindeydi. Tam olarak ne yapması gerektiğinden emin değildi. Tek bir şeyden emindi, o da bir an önce karara varması gerektiğiydi! Vardığı kararında, sonuna kadar arkasından durmalıydı. Her şeyi tölere edebilirdi, ama kararsızlığı asla! Bu yoluna taş koymak olurdu. Ki, yoluna taş koyan herkesi sebzeler gibi doğrardı. Sonlarının Giichi ve Ukon'dan daha kötü olacağından emin olurdu.
Gökyüzüne baktı. Matarayı adama geri verdi. Geri verirken, sırıttı. Çarpık ve çürük dişlerini gösterdi. Bazıları yarımdı, bazıları kap kara. Ama başka bir samimiyet ifadesiydi bu. Daha sonra, yine bilinmedik, rastgele harf parçaları ağzından döküldü. Kendince teşekkür ediyordu. Etmeye çalışıyordu. Ağzından çıkan kelimelerin teşekkür ederim demekle, en ufak bir ilgisi dahi yoktu çünkü. Tüm bunlar olduktan sonra yalpalayarak adım atmaya başladı. Hâlâ hedefi Suna idi. Bu fikirden vazgeçmemişti. Bu yüzden ileri adım atmaktan başka çaresi yoktu. Ve şimdilik, bu yaşlı adamın rolünü oynamaya devam etmeliydi.
Rüzgar ülkesi... Sunagakure... Ne elde edeceğini bilmiyordu burada. Ama şu anki kafa yapısı ile aklından geçen birkaç şey vardı. Burası onun yükselişinin başlangıcı da olabilirdi. Diğer bir şekilde, varlığının hiçliğe karışmasını sağlayacak yer de olabilirdi. Her zaman olduğu gibi, burası da bir bilinmemezlik içindeydi. Düşündü. Geleceği tahmin edebilmek, ne kadar da güzel olurdu. Bir gün bunu da yapmaya çalışacaktı. Bilinmemezlik bazen güzel sürprizler yapsa da, kötü şeylerin olma olasılığı da vardı. Neden olayları, var olmadan bilmiyordu ki? Zihninin derinliklerinde bulunan, yapılacaklar listesine bir madde daha ekledi.
Hâlâ tetikteydi. Durum şu an kritikti. Derince iç çekti. Durumun vaziyetini düşündü. Birkaç ay öncesine kadar, köyünde, normal bir shinobi gibi hayat sürüyordu. Bugüne bakınca, tamamen bam başka bir yaşam sürmekteydi. Kendini biraz kayıp hissetti. Biraz da özlem duydu. Geçmişe ve köyüne, özellikle de ailesine. Yabancılaşma hissi, biraz garipti. Kelimeler ile anlatılması güçtü. Sanki, adımlarının atılması gereken yer bile, önceden planlanmıştı. Sınırlar vardı. Sanki onları aşamıyordu. Fakat düşünceleri uzun sürmedi. Kısa kesti.
Bu histen zevk almaya başladı. Şöyle zevk aldı; burada, tanımadığı bir mekanda, daha önce yapmadığı eylemleri yapması ve bu eylemlerden dolayı kendini ufak ufak değiştirmesi, bir kazançtı. Ayrıca kararlılığıydı da. Bir fedakarlık gösterisi ya da diken kaplı yolda yürürken, acılara karşı göğüs germe politikasıydı. İnsanlar kolay yoldan köşeyi dönemezdi. Shinobilik de buna benziyordu biraz. Güçlü olmanın kolay yolu yoktu. Kırılmış kemikler ve akmış kanın üzerinden geçen adımlar vardı. Binlerce emek vardı. Gerekirse kanının son damlasını harcayıp, sonsuz ter ve gözyaşı dökmek vardı. Güçlü olmak için tüm bunlar gerekliydi.
Peki neden böyleydi ki? Buna aslında verebileceği birçok yanıt vardı. Düzinelerce desek, abartı olmazdı. Fakat en belirginlerinden bahsetmek gerekirse; bir insan ancak, savaş deneyimleri kazanarak güçlenirdi. Kendi gücünün farkına varmak ve o gücü tam olarak kavrayabilmek, bunları öncelikli olarak yapılması gereken şeylerdi. Önce kendini tanı demişlerdir. Her şey de olduğu gibi, bu iş de adım adımdı. Gücünün sınırlarını öğrenip, tam olarak anladıktan sonra, onu nasıl geliştirmen gerektiğini kavramak gerekirdi. Bu yine sürekli bir muharebe deneyimi gerektirirdi. Kendi gücünü kavramak bir yana, insanların nasıl dövüştüğünü öğrenmek ve neleri kombine ettiklerini kavramak, meseleydi. Ne avantajlı, ne değildir, bunları da bilmek önemliydi.
Bu tarz bilgiler, kağıt ile aktarılamazdı. Sadece dövüşerek olurdu. Dövüşmek, daha fazla dövüşmek. Tabii her şey adım adımdı. Sağlam bir temel gerekirdi. Temeli sağlam olmayan ama çok lüks ve pahalı bir bina düşünelim. Ne kadar ışıldarsa ışıldasın, temel olmaksızın bir işe yaramazdı. Her an çökebilirdi. Neyin ne olacağı yine belirsizlik içerisindeydi. Shinobilikte, yine buna benziyordu. Aslında hayatta var olan birçok şey ile paralellik gösteriyordu. Bu tarz örnekler çoğaltılabilirdi. Yani uzun lafın kısası, gözlemlemek ve tanımak, sonrasında bunları kavramak gerekirdi.
Tıpkı şimdi yaptığı gibi. Yürüyordu. Ama aynı zamanda etrafını gözlemliyordu. Bu gözlem, Shinobilik esaslarına derinlemesine bakmaktan farklı olsa da, aynı şekilde paralellik gösteriyordu. Hayatın içinde bulunan temel şeyler, aslında Shinobilik öğretileriyle iç içe geçmişti. Yani, hayatı yaşamak ve onu öğrenmek, aynı zamanda shinobiliği de öğrenmek anlamına geliyordu. Bu Ryouta'nın şimdi yaşadığı ani bir kavrayıştan çıkardığı bir anlamdı. Tekrar iç çekti. 'Hayat kısa ve yapacak çok şey var. Ömrüm sonsuz olunca, kudretim sonsuzluğu aşınca, var olan tüm sırları çözeceğim. O zaman gözlerimden hiçbir şey kaçamayacaktı.'
Kendi kendine bu kelimeleri mırıldandı. Hayatın kendisi bile bir bilinmemezlik içindeydi. O zaman nasıl bu gizemi çözmekten uzak dururdu ki? Mekanlar, varlıklar, sırlar ve bilgiler. Her şeyi fethedip, deşifre edecekti. Olmak istediği var oluş şekli buydu. Tüm bu çıkarımlardan sonra, sanki sakin gözleri daha bir parlak oluvermişti