Hayalim deyince aslında biraz uzağa gidiyordu insan. Hayal. Yani rüya. Kelimenin kökeni, gerçeklikten uzak olan bir şeyi tanımlamaya yarıyordu. Bu yüzden insanlar, yapmak istedikleri ama aynı zamanda kendileri için pek zor, imkânsıza yakın olan şeyleri tasvir etmekte kullanırlardı bu kelimeyi. Bu yüzden ben bu kelimeyi kullanmazdım. Benim için hayal denen bir şey yoktu. Var olan şey, gerçekleşmesi yüksek olan bir ihtimaller zinciriydi sadece.
Biraz kibirli konuşuyorum belki. Kendime güveniyordum. Ama güvenim, temelsiz bir yapı değildi. Güvenimin kaynağı, düşüncelerimdi. Sıkça düşünürdüm. Normal bir insanın yapacağından daha fazla. Bu cevaba bile düşünerek ulaştım. Gözlemlerim, hislerim ve duyularım; düşüncelerimin birer uzvuydu sadece. Bilinmesi gereken değişkenleri bulur ve zihnime sokarlardı. Zihnim de, bu değişkenleri işleyip düşüncelere dönüştürürdü. Ne kadar basit, öyle değil mi? Hiç kimsenin elinden alamayacağı bir yetenekti bu. Düşünmek, düşünebilmek. Değerini bilmiyorduk. Hep yanımızda var olan bir şeyin değerini zaten anlamamız epey güç olurdu.
İnsanlar doğası gereği bencil ve de açgözlüdür. Bir kolu kopmuş bir shinobinin varlığını ele alalım. Bu shinobinin hayatında en çok isteyeceği şey kolu olurdu. Kendine bahşedilmiş bir yapının eksiltilmiş parçası yani. Sıradan bir insan hayal edelim bu sefer. İsteyebileceği şeyler ne olabilirdi ki? Belki bir hiyerarşik düzen kurmuştur bu konuda. İlk önce zengin olmak ister. Bunu başardıktan sonra, istekleri dinmeyecektir. Bu sefer güzel kadınlar hayal edecektir. Onları da avucunun içine aldığında duracak mıdır? Hayır, çünkü açgözlülük sonsuzdur. Bu sefer güç isteyecektir ya da daha farklı bir şey. Piramit gibidir aslında, açgözlülük. En temel şeyi önce edinirsin. Kolu kopmuş Shinobi örneğine geri dönersek, kol burada en temel ihtiyaç olmaktadır. Kolsuz bir hayatın zorluğu; para, kadın ve güç gibi şeylerin yokluğundan daha fazladır. Görüldüğü gibi, insanlar oldukça basit canlılardır.
Kıssadan hisse, tatmin olabilmek ve barındırdığın özelliklerinin farkında olabilmek, bence en büyük lütuflardan birisiydi. Tabii ki her insan gibi ben de açgözlüydüm. Bazı hedeflerim, amaçlarım vardı. Bu amaçlar doğrultusunda, çalışmam elzemdi. Şimdi bir başka amaç peşinde Asakura geçidine varmıştım. Yazacağım kitap için iyi bir sahne şarttı. Bu sahnenin oluşması için de elimi taşın altına koymalıydım. Fakat yapmakta olacağım iş için kârsız bir vaziyette kalmak istememiştim. Düşüncelerim, bir fabrikanın seri imalatında ortaya çıkan ürünler gibi bir bir türemişti. Bu düşünceler, adeta bir yapbozun eşsiz parçaları gibi bir araya gelip, bir bütün halini almıştı.
Burada bulunan kaçağı avlamalıydım. Bunu kendi şanım için yapmalıydım. Bunu kitabıma yazacak değerli bir şey bulmak için yapmalıydım. Bir kaçağı avlayan, insanları zulümden kurtaran bir kahraman; işte o ben olmak istiyordum. Amma velakin, bunu yaparken kazançların olmadığı bir durumu da pek tabi istemiyordum. Kaçağı avlamanın ödülünü almak istiyordum. Hem bunu yaparken dış yardım da gerekiyordu. Düşüncelerimin oluşturduğu tablodan, birini seçtim. Kotegawa Ooki. Son zamanlarda adı çizilmiş, köy tarafından biraz dışlanmıştı. En son durumunun ne olduğunu bilmiyordum. Fakat, daha önce kaçak avlamaya teşebbüs ettiğini duymuştum. Duygularını ve isteklerini kullanırken, zayıf halinden yararlanmak tam istediğim gibi olurdu. Defterimin sayfalarını karıştırdım. Daha önce bir-iki kez bir arada bulunmuştuk. Adresini defterime not etmiştim. Bir mektup yazmaya başladım.
İsimsiz bir şekilde yazıp yolladım. Geleceğinden emindim. Kesinlikle gelecekti. Kendimi insan sarrafı olarak değerlendirmesem de, Ooki’nin kişiliğini çözmek, 10 yaşındaki çocukların bile yapabileceği kadar kolay bir şeydi. Bu kadar uzun süre shinobi eğitimi almış ben ise, bundan emindim.“Kotegawa. Ooki. Şimdilik ben kimim, düşünme. Sadece dediğimi yap. Şu an Asakura geçidindeyim. Beni acil olarak bul. Bundan üç gün sonra, Perşembe günü. Sol tarafta kalan konağın, 12. Masasında oturacağım. Akşam 18.00’da orada olmanı bekliyorum.“