Savaş alanına öncü askerler misali varan ilk güneş ışıklarının, nehrin üzerinde oluşturduğu o mistik ambiyansa dönüp bakmadı bile. Oysa, bir shinobi için hayatın çok nadir anlarında görülebilecek görüntülerden biriydi... Hayatını, kendinden çok bu dünya üzerine adamış insanların görebileceği şey kan ve daha fazla kandan ötesi olamazdı. Ryu için de böyleydi. Bir çok kez kan akıtmış, bir çok kez de kanamıştı; ama bu gözleri ve bu elleri ilk defa masum birinin kanına bulanmıştı. Ne üzülebiliyordu ne de öfkelenebiliyordu. Sadece kendisine oldukça tanıdık gelen sonsuz bir boşluk hissi, anlam veremediği kadar yoğun bir şekilde içini kaplıyordu. Derin bir karanlığın bir battaniye gibi üstünü sarmaladığını hissediyordu. Onu öfkelendiren şey ise, bu noktada açığa çıkıyordu. Çocuğun ölümünden çok, kendi anlamsızlığına kızıyordu. Ne yapacağını bilememesine kızıyordu. Yürüyordu; ama yolun sonuna vardığında, ne yapacağını bilmiyordu.
Bir kader mahkumu gibiydi adeta. Onlar gibi, uzun zaman özgür olmanın hayalini kurup, en sonunda özgür olduğunda ise ne yapacağını bilmiyordu. Tek bildiği bir şey varsa, oda eskisinden daha farklı olduğuydu. Daha keskin hissediyordu. Daha net ve çok daha acımasız; ama bu kadardı.
Kendisini tanıyamıyordu. Kalbindeki boşluk, hiç olmadığı kadar derindi. Kalbine saplanmış o hançer, daha derine inemeyecek kadar derine inmiş, son kısma saplanmıştı; ama canı hiçbir anlamda acımıyordu. Canının acımasını, kalbinin üzüntüden paramparça olmasını istiyordu; ama kalbi paramparça oluyorsa bile içinde bir yerlerde, o bunu hissedemiyordu. İçi boş bir kabukta yolculuk ediyordu sanki. Etrafına bakıyor, nefes alıyor ve yaşadığını biliyordu; ama tüm bunlara rağmen, elini o pencereden uzatıp olaylara müdahil olamıyordu.
Kendi içini, kendi düşüncelerini okuyamamanın getirdiği bir tezatlık hakimdi ve bu tezatlığı, bu görevi başarı ile sonlandırırsa, yıkabileceğine inanıyordu.
Yorgundu. Bedeninin mecali tüm gece ayakta durmanın getirdiği o halsizlik ile birlikte yavaş yavaş tükeniyordu. Bir kaç saat dinlenmek hem kafasını hem de bedenini toparlayabilirdi ve işin kötüsü o bunun farkında olmasına rağmen, yürümeye devam ediyordu.
Bir insan olmaya çok uzaktı. Belki de, çocuğa söylediği o sözlerde haklıydı. Bir insan olarak yaşamaya devam edebilmesi için, o çocuğun yaşama tutunmaya devam etmesi gerekiyordu... Belki de Ryu, o içindeki insanı kaybetmişti. O bir tutamcık ateş, bir kar kütlesinin altında kalmıştı.
En az görünüşü kadar soğuk, en görünüşü kadar keskin bir hal almıştı belki de.
Ryoken'i bile umursamayıp, yoluna devam etmesinin sonucunda hedefi olan kasabaya varmıştı. Oldukça büyük bir kasabada, canlı bir hayatın onu karşılamasını umut edemeyecek kadar dalgın bir halde ilk adımını atmıştı. Gene de bu kasabadan herhangi bir beklenti olmamasına rağmen, onu karşılayan bu sessizliğe karşı usulca bir bakış atmıştı. Adımlarını kesmemiş, yürümeye dümdüz bir hizada devam etmişti.
Önünde ilerleyen insanları, aralarında fısıldaşırken sarf ettiği isme kadar dikkate bile almayan Ryu, o ismi duyunca kanlı canlı bir ceylan görmüş bir aslan kadar dikkat kesilmişti bir anda. Adımlarını başta onları takip edecek şekilde ayarlamış, daha sonra sabırsızlanıp onları gerisinde bırakarak hızlıca ilerlemişti.
Kimi zaman insanları geçmiş, kimi zaman ise bu insanlardan daha canlıymış gibi gelen taştan duvarları... En sonunda ise, kasaba meydanında toplanmış kalabalık ile karşı karşıya gelmişti; ama kalabalığı bir ok misali yarıp, ortasında olduğunu tahmin ettiği Tetsuo kadar ilgilenmemişti o insanlarla.
Aklında kalabalığı yararken, Wakizashi'sini kınından çekip, temiz bir hamle ile boynunu yarmak vardı başta; ama meydanın tam ortasında, karşılaştığı görüntü karşısında aceleci davranmamıştı. Dikkatle Tetsuo'yu süzmüştü önce; ama ondan çok, başında dikilen diğer ikiliyi süzmüştü.
En az kendi yüzü kadar, duygudan yoksun sakin bir ifade ile duran adam Ryu'nun tüm dikkatini çekmişti üzerine. Diğer yaşlı adam, çokta önemli gözükmemişti ona. Ama adının Kaoru olduğunu öğrendi herif, Ryu'nun çabucak ne mal olduğunu anlayacağı tiplerdendi.
Deneyimleri ona, bu adamın tehlike olduğunu fısıldıyordu.
O an, halkın nasıl da öfkelendiğini, içlerindeki pislikleri öfkeleriyle birlikte kusmalarına şahit olmuştu. Ve çok geçmeden olaya müdahil olması gerektiğini hissetmişti. O hissiz yüz ifadesi kadar, hissiz bir halde olmasına rağmen, bu görevi doğru bir şekilde bitirme dürtüsü, onu mantığa itiyordu.
Gür ve otoriter bir ses tonuyla, "Ne zamandan beri insanların cezasını siz veriyorsunuz?" diyecekti. "Shinobilerin, kuralların ve düzenin olduğu bir ülkede yaşıyoruz değil mi?"
Kısa bir sessizlik anı sonrası, "Kendimi tanıtayım." diye bir kez daha konuşacaktı. "Ben Jirou Ryu, İshigakure Shinobisiyim ve burada bu adama bahsettiğiniz şeyleri yapma yetkisine sahip tek kişiyim. Sizce de öyle değil mi Kaoru-san?" diye devam edecekti buz gibi soğuk bir ses tonunda.
Ardından, kalabalığı düşman edinmeden çok, dost edinme politakasına dönecekti. "Bu adamı öldürürseniz, sadece onda olan panzehiri nasıl bulmayı düşünüyorsunuz?" diyecekti. Ve Tetsuo'Ya dönüp, "Panzehir nerede?" diye soracaktı son olarak. Hoş an itibari ile, dikkatini Tetsuo'dan çok, bu ne olduğu belirsiz Kaoru'ya çevirmişti. Eğer kafasındaki tilkiler, doğru şeyleri fısıldıyorsa öldüreceği adam Tetsuo değidli.