Çıkmaz sokağı evin yanındaki dev boş araziden ayıran tellerin önünde, elimde ters tuttuğum bir süpürgeyle boşluğu izlerken buldum kendimi bu sabah. Yaklaşık bir iki dakikadır akan suyun sesine bakılırsa da, çaydanlık çoktan dolmuştu ve onu musluğun altından alıp ocağın üstüne koyacak bir yardım eli bekliyordu. Fakat zihnim öyle uyuşuk, bakışıp durduğum boşluk ise öyle ilgi çekici ki... Oysa ki uyuşukluğu sahipsiz topraklardan dönerken köy kapısında bıraktığımı, hiç olmazsa hastanede aldıkları kan tüpüne sığdırdığımı düşünüyordum. Fakat gitmemişti, yüzsüz, uyuz bir misafir gibi beni meşgul ediyordu ve ben bu duruma alışkın değildim. Öyle ki, daldığım yerden gözlerimi ayırmam için komşu teyzenin sanırım üç kere adımı seslenmesi gerekti.
Boş boş yüzüne bakmakla yetindim kadının. Çok bir muhabbetimiz yoktu, kapısını süpürdüğüm zamanlar teşekkür eder, nezaketen kahvaltı teklif ederdi. Başka bir yaşlı teyzenin el yapımı poğaçalarını fetişizim seviyesinde sevdiğim için de reddeder, muhabbeti daha öteye taşıtmamış olurdum. Bu sabah ise lafı yarıda kesmek yerine içimi dökmek istercesine ağzımı açtım. Ne yazık ki bu açış, balıkların rutin dudak hareketinden öteye gidemedi. Kadını suratında bariz soru işaretleriyle kapıda bırakıp, kapım önümde birikmiş yaprakları tekmeleyerek içeri geri adımımı attım.
Uyuşukluk nasıl giderilebilir? Sebebi ne, bilmiyorum. İlk defa bir adamı öldürmüş olmam mı, yoksa Fuu'nun bir ayı geçmiş, izsiz yokluğu mu? Belki ben yokken aniden çıkar gelir, belki önemli bir eşyasını kaybederim diye odasına dokunmadım bile, hala aynı dağınıklıkta. Bazen, içeri lönk diye dalıp kontrol ettiğim bile oluyor, ama kız gene yok, gene yok. Hastanede yatarken Fuu yerine Kinshi ve Iori tarafından ziyaret edilmek veya görev sonrasında boş eve girmek çok koyuyor. Bu ev, akademi zamanında bize tahsis edilmiş, mezun olduğumuzda da cüzi bir rakamla kirası alınmaya başlanmıştı. Dünyanın en küçük evi değil elbette ama bir aile asla sığmaz. Yine de, annemizin ölümünden sonra birbirimize destek olarak, tekrar o "aile" hissini bize yaşatan yegane mekandan da ayrılmak istemedik. İkimiz bariz hem fikirdik bu konuda çünkü yaşlarımız büyüdükçe ayrı evlere çıkmak yerine, paramızı birleştirerek evi tamamen satın almayı tercih etmiştik. İzbe, çıkmaz bir sokağın bu ufacık evini almamıza da kimse laf etmemiş, hatta ev sahibi kutlama yemeğine harcayacağımız bir indirim bile yapmıştı. Elbette annemin evinde de çok fazla anı biriktirmişizdir ama benim en parlak, en canlı hatıralarım bu evde, Fuu ile birlikte. Kei-san benimle muhabbet edip dertleşmeye hep bu eve gelmişti, Fuu'nun ilk erkek arkadaşını şu kanepede bayıltana kadar dövmüş, şimdi kümes olan bahçe köşesinde de ilk alkollü içkilerimizi tadıp kusmuştuk. Ben yaralı yatıyorken Fuu bana hep bu evde baktı, ben de aynı şekilde ona. Şu an bu evin boş olması, benim boş gözlerle taşan çaydanlığı yanmayan ocağa koymaya çalışıyor olmam kadar üzücü bir şey yok. Öldürdüğüm ilk adamın anısını burada Fuu'ya anlatmalı, üstümdeki bu yükü onun yardımıyla kaldırmalıydım. Fakat ne yazık ki, bir insanın canını almak bu kadar kolayken, kayıplara karışmış ve hiçbir ipucu bırakmamış bir kardeşi bulmak aynı oranda zor. Belki de, uyuşukluğumun sebebi ne yapacağımı bilemiyor olmamdı. Belki zihnimin derinliklerinde elimden hiçbir şeyin gelmeyeceğini bilmek, bu uyuşukluğu daha da beter hale getiriyordu.
Su faturası elbet ödenir, boşa yanan tüp biraz masraflardan kısmayla yerine konulabilir. Terörist tavukların yokluğumda hırpaladıkları yem çuvalları bir şekilde tamir edilir ancak ben, bunların hiçbirini yapacak kuvveti bu sabah kollarımda hissetmiyorum. Sanki maksimum beyin kapasitem iki saniyeye indirilmiş gibi ve, daha ne kadar bu şekilde kalacağıma dair hiç bir fikir üretemiyorum.
Devamı gelir, belki.