İlerledikçe tanımlaması güç bir yere varıyorum. Arkamda bıraktığım söğüt ağaçlarıyla karşılaşıyorum tek tük yine, onlar da rüzgarın etkisiyle hışırdıyorlar. Sonu gelmeyecek mi bu söğüt ağaçlarının? Öğrenmeye hazır olmadığım bir şeyi öğrenmek için buradayım. Öyle fena hışırdıyor ki bu ağaçlar, yüreğimdeki huzuru kaçırıyorlar. Her yaprak başka bir yaprağa değdiğinde biraz daha hissediyorum korkuyu. Yürümeye devam etsem de kalbimin aşağı düştüğünü hissediyorum. Ben korku bataklığına saplı bir sandal misali saplanmaya devam ederken derin kederlerime, serin rüzgar kalbimi elemle dolduruyor. Sessizliği bozan rüzgar da olmasa boşlukta süzüleceğime emin olduğum bir yürüyüş bu. Uzaklarda kayalar görebiliyorum, kimisi gri, kimisi hüzün renginde yanyana dizilmiş kayalar beni yanlarına çağırıyorlar. Reddetmiyor, ilerliyorum onlara doğru. Yürüdükçe büyüyor kayalar, birkaç tane daha görüyorum. Yan yana dizildiklerine eminim artık, insan eli değmiş bir yere ulaşmış olmanın verdiği rahatlık veya kekremsi hisle ilerliyorum. İlerliyorum. Ruhumdan her bir parçayı bırakıyorum attığım her adımla, ama oraya ulaşmak zorundayım. İlerliyorum.
Adımlarım giderek yavaşlıyor, ben hızlandırmak istesem de. Nefes alıp verişim aklıma geldiği için derince bir nefes çekiyorum, bulunduğum yerin tadı ulaşıyor vücuduma. Kül tadı alıyorum. Ekşi bir tat daha. İstemeden de olsa yutkunuyorum, bu tattan kurtulabilmek için elimden gelenin en iyisi bu. Psikokubbenin içinde bulunduğum için alıyorum bu tadı. Geçmişte, bu taşları buraya koyan insanların düşüncelerinin tatları bunlar. Çirkin, rahatsız edici hissettiriyor. Ölümün tadını böyle tanımlamak zor olsa da, adını böyle koyabilmek kolay. Ölümün tadı ağzımdan gitmiyor. Bir ağırlık daha ekliyor bu, ruhumun batan çapasına. Daha da hızlı batıyor okyanusun en derin sularına, bir daha çıkmamak üzere battığına eminim.
Tek bir kuş bile yok burada, tek bir hayvan, hatta böcekler bile terk etmişler burayı. Rüzgar götürmüş olmalı onları da, süpürüp uzaklaştırmış. Kayalara yaklaştıkça birini göreceğime dair inancım azalıyor. Yalnızlığa doğru attığım her adım daha korkutucu geliyor, İntihar eden insanların düşüncelerine daha rahat dalabilecekmişim gibi hissediyorum. Onları daha iyi hissedebileceğim. Attığım her adımla beraber fiziksel benliğimden sıyrılıyorum. Bir yılanın eski derisini gerisinde bırakması gibi ben de egomu arkamda bırakıyorum. Geçmişimden sıyrılıyorum. Benim de etrafımda kimse yok. Etrafımda benden başka kimse yok. Rüzgar esiyor. İlerliyorum.
Kayalara yaklaştıkça yosun tuttuklarını fark ediyorum, güneşi saklayan bulutlar gibi saklıyorlar kayanın rengini. Hüzün kokusu dolu hava ciğerlerime doluyor. Bulutların arkasında bile olsa güneşi arıyor gözlerim, hiçbir yerde göremiyorum onu. Terk edilmiş bir diyarın tam ortasındayım ben. Hiçliğin ortasındayım. Birbirine dokunan yapraklar ölümün sirenleri gibi duyuluyorlar adeta durduğum yerden. Rüzgar ruhumu ittiriyor sağa sola. Durmamalıyım. Rüzgarın okşadığı bitkilerin haricinde hiçbir şey hareket etmiyor. Durmamalıyım. Güneşi arıyor gözlerim fakat hiçbir yerde bulamıyorum. Kurşuni, çelikten bulutlar mı örüldü güneşin önüne? Kimdir ki bu, güneşi görmemi engellesin? Durmamalıyım. Gitgide yavaşlıyor nefesim, kalp atışım, gözlerim, ruhum. Durmamalıyım. Düşüncelerim okyanusun diplerinden seslenmeye çalışıyor bana. Nefes alamıyorum. Düşüncelerimi duyamıyorum. Rüzgarın çığlıkları, sanki birer fırtınaya dönüşüyor. Etrafımda dönüyor, algılarımı kapatıyor. Dünyamı örtüyor. Güneşe ne olduysa, aynısını bana da yapıyor, bu büyü neyse beni de efsunluyor. Ellerimi, kollarımı hissetmiyorum. Kafamı kaldırmak için boynumu sabit tutmuyorum. Yıkılmış olmam gerekirken, beni koruyor, güneşi örten, ve de beni, her ne ise. Sahi, ben buraya nasıl geldim?
Kayaların arasından geçiyorum, yosunla karışık küf kokusu hücum ediyor burnuma, kül tadıyla beraber karışıyor, acımasız rüzgar bile bu kokuyu götürememiş demek ki. Kayaların ardında terk edilmiş alanı görüyorum. Yıkık evler, yerle yeksan olmuşlar, bir daha kimsenin yaşayamayacağı şekilde. Burada ne olduysa ölüm onlar için gelmiş olmalı, fakat hiç ceset de görmüyorum. Ne bir çocuğun oyun oynayan bağırışları, ne bir yaşlı kadının bağırışı, ne de bir bacanın tütüşü... Yaşam burayı çoktan terk etmiş. Uğultulu tepeler çağırıyor beni kendine. Söğüt ağaçları. Sapsarılar, hatta bazıları yıllar önce ölmüşler. Yıkıntılara basmadan ilerliyorum. Bir yere gitmeyi istediğim zaman ya çok yavaş gidiyorum düşüncelerimde boğulurken, ya da çok hızlı gidiyorum zihnim berraklaşırken. Sahi, ben buraya nasıl geldim?
Uğultulu tepeleri arkamda bırakıyorum. Önümde bir mezarlık var. Olmam gereken yerdeyim. Ne çabuk geçtim az önceki tepeleri? Hiçbir şey hatırlamıyorum ve hiçbir şey bir anlam ifade etmiyor. Birtakım çıtırdamalar duyuyorum ama artık dönüp bakamam ardıma. Güçsüzce basıyorum ayaklarımı yere. Güçsüzce ilerliyorum. Umutsuzluk gitgide artıyor, her zamankinden daha hızlı şekilde iniyor göğsüm, okyanusun en derin köşelerine. Kimsenin hissetmediği şeyleri hissediyorum. Bu çaresizlik ne zaman alacak canımı? Ne zaman kurtulacağım, ne zaman yaşayacağım hayatımı? Ne zaman ilerleyeceğim, sanki saatlerdir aynı yerdeyim, fakat hareket ediyorum, hareket etme dürtüm olmadan. Nerede olmak istersem orada oluyorum. Sahi, ben buraya nasıl geldim?
Mezar taşlarına bakmaya başlıyorum gayriihtiyari şekilde. Tanımadığım insanların isimlerini görüyorum. Yaşadıkları yılları görüyorum. Hangi yıldayım? Neredeyim ben?
Ağzımdaki korkunç tat da birleşiyordu kederimle. Düşüyordum, alçalıyordum, hayatın değersizliğinin farkındalığını böylesine yaşamak isteyenlerin gelmesi gereken yerdeyim. Olmam gereken yerdeyim. Sarmaşıklar, söğütler kapatmış mezar taşlarının üstlerini, ellerimle ittiriyorum istemeden, ellerimle ittirmeyi bile düşünmeden, kendi saçımı kulağımın arkasına atar gibi uzaklaştırıyorum sarmaşıkları isimlerden. Buraya nasıl geldim? Mezarlığın güzel kısmı bitiyor, büyük mezar taşlı bölümden uzaklaşıp mütevazı olanların bulunduğu bölüme geçiyorum. Sanki birkaç taşa aynı anda bakıyorum. Aynı anda bakıyorum. Öğrenmeye hazır olmadığım bir şeyi öğrenmek için buradayım. Varoluşumun en dip noktasından kurtulmak zorundayım. Buraya nasıl geldim? Bölünüyor benliğim, kişiliğim, ne kadar saç telim varsa o kadar çok kişiliğe bölünüyor ruhum, bir şeyi yapmak istediğim anda yapabiliyorum! Buraya nasıl geldim?
Aniden büyüyor göz bebeklerim, duruyorum. Dokunuyorum mezar taşına, hissediyorum artık. Yola çıktığımdan beri ilk defa hissediyorum bir şeyleri. “Kurosawa Haru” yazıyor mezar taşının ortasında. “Oradaydık, şimdi buradayız.”
Senelerdir nefesini tutuyormuşçasına büyük bir nefes alarak uyandı derin kabusundan Haru. Saate baktı, sanki gün içinde yapacak bir şeyi varmış gibi. Yorganına sıkıca sarıldı, gördüklerini sindirmeye çalışırken. Avuçlarını sıktı, tırnakları avuç içlerini kanatana kadar. Gözyaşları bitene kadar ağladı da.