Kawakami olayını takip eden hafta bir enkaz gibiydim. Boş duvara bakarken yakalıyordum kendimi çoğu zaman. Boş duvarlara bakmazken de alışveriş listesinden hallice bir rutinin içerisindeydim; Uyan, devriyeye çık, anneye uğra, eve gel, antrenman yap, uyu. Arada Susumu'yu gör, hiç bir şey konuşma, evine dön. En azından onunla buluşmak biraz bu rutine renk katıyordu ancak onun da benden daha iyi bir hali yoktu. Yine de herhangi bir farklılığa muhtaç oluşumdan mıdır bilinmez, iyi gelmişti onunla vakit geçirmek.
Bu durumun sebebini az çok belliydi. Boş duvara baktığımda gördüğüm şey kerpicin rengi değildi mesela, yere bakarken de tataminin sararmış örgüsünde kendimi kaybetmiyordum. Bir manzara alıyor götürüyordu ufuklara zihnimi, o manzara da Kawakami yolunda karşılaştığımız savaş alanıydı.
Bir shinobi olarak ölüme karşı psikolojik bağışıklığım vardı ancak bu manzaranın kendisi değildi beni parçalayan, hayır. Bu manzaranın engellenebilir olduğunu bilmek ve bunun için bir şeyler yapamamış olmak asıl zihnimi eriten gerçekti. Zihnimi alıkoyan, beni kendimden söküp alan şeyin özü tam olarak buydu; başarısızlık. Kaderin gidişatına müdahale edebilecek kuvvete ulaşıp bunu elime yüzüme bulaştırmam, bunun sonucunda da bir tabur insanın hayatını kaybetmesi... Onların ölümlerinin ağırlığını omuzlarımda hissediyordum bazen, o manzara her önüme geldiğimde nefesim daralıyordu. Zamanı geri çevirebilme kudretine erişmek için dua ederken bulmaktan korkuyordum kendimi.
Zira ölenler için yapabileceğim en kötü şey, elimde olmayan gücün fantezisini kurmaktı sanırım. Bütün gün evime kapanıp zamanı kontrol edebilme gücüm varmış gibi neyi değiştireceğimi düşünüp hayal kurmak, bana kalan hayatın mirasına küfür etmek gibi bir şeydi aslında. Onun yerine, gerçeği kabul edip ufka bakmalıydım tekrar, geleceğe. Duvarın ardını görmeliydim, manzaranın ötesini fark edebilmeliydim. Bir deneyimdi bu eninde sonunda ve eğer bu deneyimi bir şekilde sindirebilirsem, Kusagakure ve Çimen Ülkesi için ölenlerin iradesinin yaşayan bir temsilcisi olabilirdim. Kabullenmek omuzlarımdan yükü indirmeyecekti pek tabii, gittiğim her yerde ve attığım her adımda benimle beraber olacaktı bu gerçek. Varlığımın ayrılmaz bir parçası olacaktı, nefes almamı engelleyen sıkı bir tasmadan her gün daha iyisini başarmam için beni hareketlendiren bir kamçıya dönüşecekti. Zihnim hazırdı bu geçişe.
Ancak lanet olası ruhum değil. Kısılı kalmıştım o anda. Bir fotoğraf gibi, aynı karenin içerisinde dönüp dolaşıyordum. Beynimi başka şeyler için çalıştırmadığım her an o karenin içerisine geri dönüyordum. Durduğum her anda, zihnimin boşta kaldığı her saniyede o kare beni geri çekiyordu. Hayalete dönüştüğümü hissediyordum her geçen gün ve her geçen gün biraz daha sert çekiliyordum geçmişe. Zaman ilerliyordu, geçmiş ile şimdiki zamanın arası açılırken o karenin zincirleri beni daha da sert çekmeye başlıyordu sanki. Benim ise o zincirlere karşı koymak için her gün daha fazla efor sarf etmem gerekiyordu. Her gün yataktan kalkarken birazcık daha fazla kendimi zorlamam gerekiyordu. Daldığım her saniye, kafamı toparlamak için bir salise daha fazla harcıyordum. Yolda yürürken evimin kapısını bir santim daha ıskalıyordum her gün, dalıp giderek. Bir gün öyle bir dalacaktım ki, kendime geldiğimde çoktan Kusagakure'nin dışına kadar yürümüş olacaktım. Sanırım o gün, şu kısacık hayatımı efkar ile söndürdüğüm gün olacaktı.
Derin bir nefes verdim ve rüzgarda bozulan haorimi düzelttim. Yüzümü ovuşturdum, kamaşan gözlerimi tekrar odakladım çevreye. Hiezu ormanının epey derinliklerinde bir yerlerdeydim, bahçelerden uzak, sakin bir yerinde. Biraz uzaklaşmak istemiştim kalabalıktan, zaten bu gün devriyem de yoktu. Öğle güneşinin tadını istediğim gibi çıkarabilirdim o yüzden. Bunun için belki evimin çatısı daha güzel olabilirdi ancak gerçekten orada bulunmak istemiyordum nedense. Daha karışık bir görüntü istiyordum önümde, baktığımda üzerine o manzaranın oturmasını istemiyordum. Ağaçlar gayet sağlıyordu bu karışıklığı. Her bir dal ve her bir yaprak ayrı dikkatimi dağıtıyordu. Kuş sesleri durgunluğun boğukluğunu yok ediyordu. Düz olmayan zemin her adımımı ayrı düşünmemi gerektiriyordu. Çimen kokusu ise zinde tutuyordu dikkatimi. Evet, mükemmel bir yerdi burası biraz kafa dinlemek için.
Yürüyüşümü yavaşlattım. Solumdan gelen çıtırtıya kulak verdim önce, ardından bir başka varlık hissettim. Önce kafamı hafifçe o yöne çevirdim. Sık ve yüksek ağaçlar varlığı seçmemi epey engellese de bir kaç adam boyundaki cüssesi ve beyaz kürkü onun tamamen gizlenmesini engelliyordu. Zaten öyle bir amacı da yok gibiydi. Bir adım geriye aldım, varlığa doğru döndüm ve onun kendini iyice göstermesini bekledim. O da bir adım bana doğru attı ve ışığa doğru yaklaştı. Işığa yaklaştıkça daha da çok parlıyordu kürkü, cüssesinin heybeti de katlanarak artıyordu. Bir kaç adım sonra tamamen ışığa çıkmıştı koca kurt, önümde, tüm kudretiyle duruyordu. Bir adım daha geriye aldım ve onu tamamen görebilmek için kırk beş derece kafamı yukarıya kaldırdım.
"Garou?"
"Iori."
Bu durumun sebebini az çok belliydi. Boş duvara baktığımda gördüğüm şey kerpicin rengi değildi mesela, yere bakarken de tataminin sararmış örgüsünde kendimi kaybetmiyordum. Bir manzara alıyor götürüyordu ufuklara zihnimi, o manzara da Kawakami yolunda karşılaştığımız savaş alanıydı.
Bir shinobi olarak ölüme karşı psikolojik bağışıklığım vardı ancak bu manzaranın kendisi değildi beni parçalayan, hayır. Bu manzaranın engellenebilir olduğunu bilmek ve bunun için bir şeyler yapamamış olmak asıl zihnimi eriten gerçekti. Zihnimi alıkoyan, beni kendimden söküp alan şeyin özü tam olarak buydu; başarısızlık. Kaderin gidişatına müdahale edebilecek kuvvete ulaşıp bunu elime yüzüme bulaştırmam, bunun sonucunda da bir tabur insanın hayatını kaybetmesi... Onların ölümlerinin ağırlığını omuzlarımda hissediyordum bazen, o manzara her önüme geldiğimde nefesim daralıyordu. Zamanı geri çevirebilme kudretine erişmek için dua ederken bulmaktan korkuyordum kendimi.
Zira ölenler için yapabileceğim en kötü şey, elimde olmayan gücün fantezisini kurmaktı sanırım. Bütün gün evime kapanıp zamanı kontrol edebilme gücüm varmış gibi neyi değiştireceğimi düşünüp hayal kurmak, bana kalan hayatın mirasına küfür etmek gibi bir şeydi aslında. Onun yerine, gerçeği kabul edip ufka bakmalıydım tekrar, geleceğe. Duvarın ardını görmeliydim, manzaranın ötesini fark edebilmeliydim. Bir deneyimdi bu eninde sonunda ve eğer bu deneyimi bir şekilde sindirebilirsem, Kusagakure ve Çimen Ülkesi için ölenlerin iradesinin yaşayan bir temsilcisi olabilirdim. Kabullenmek omuzlarımdan yükü indirmeyecekti pek tabii, gittiğim her yerde ve attığım her adımda benimle beraber olacaktı bu gerçek. Varlığımın ayrılmaz bir parçası olacaktı, nefes almamı engelleyen sıkı bir tasmadan her gün daha iyisini başarmam için beni hareketlendiren bir kamçıya dönüşecekti. Zihnim hazırdı bu geçişe.
Ancak lanet olası ruhum değil. Kısılı kalmıştım o anda. Bir fotoğraf gibi, aynı karenin içerisinde dönüp dolaşıyordum. Beynimi başka şeyler için çalıştırmadığım her an o karenin içerisine geri dönüyordum. Durduğum her anda, zihnimin boşta kaldığı her saniyede o kare beni geri çekiyordu. Hayalete dönüştüğümü hissediyordum her geçen gün ve her geçen gün biraz daha sert çekiliyordum geçmişe. Zaman ilerliyordu, geçmiş ile şimdiki zamanın arası açılırken o karenin zincirleri beni daha da sert çekmeye başlıyordu sanki. Benim ise o zincirlere karşı koymak için her gün daha fazla efor sarf etmem gerekiyordu. Her gün yataktan kalkarken birazcık daha fazla kendimi zorlamam gerekiyordu. Daldığım her saniye, kafamı toparlamak için bir salise daha fazla harcıyordum. Yolda yürürken evimin kapısını bir santim daha ıskalıyordum her gün, dalıp giderek. Bir gün öyle bir dalacaktım ki, kendime geldiğimde çoktan Kusagakure'nin dışına kadar yürümüş olacaktım. Sanırım o gün, şu kısacık hayatımı efkar ile söndürdüğüm gün olacaktı.
Derin bir nefes verdim ve rüzgarda bozulan haorimi düzelttim. Yüzümü ovuşturdum, kamaşan gözlerimi tekrar odakladım çevreye. Hiezu ormanının epey derinliklerinde bir yerlerdeydim, bahçelerden uzak, sakin bir yerinde. Biraz uzaklaşmak istemiştim kalabalıktan, zaten bu gün devriyem de yoktu. Öğle güneşinin tadını istediğim gibi çıkarabilirdim o yüzden. Bunun için belki evimin çatısı daha güzel olabilirdi ancak gerçekten orada bulunmak istemiyordum nedense. Daha karışık bir görüntü istiyordum önümde, baktığımda üzerine o manzaranın oturmasını istemiyordum. Ağaçlar gayet sağlıyordu bu karışıklığı. Her bir dal ve her bir yaprak ayrı dikkatimi dağıtıyordu. Kuş sesleri durgunluğun boğukluğunu yok ediyordu. Düz olmayan zemin her adımımı ayrı düşünmemi gerektiriyordu. Çimen kokusu ise zinde tutuyordu dikkatimi. Evet, mükemmel bir yerdi burası biraz kafa dinlemek için.
Yürüyüşümü yavaşlattım. Solumdan gelen çıtırtıya kulak verdim önce, ardından bir başka varlık hissettim. Önce kafamı hafifçe o yöne çevirdim. Sık ve yüksek ağaçlar varlığı seçmemi epey engellese de bir kaç adam boyundaki cüssesi ve beyaz kürkü onun tamamen gizlenmesini engelliyordu. Zaten öyle bir amacı da yok gibiydi. Bir adım geriye aldım, varlığa doğru döndüm ve onun kendini iyice göstermesini bekledim. O da bir adım bana doğru attı ve ışığa doğru yaklaştı. Işığa yaklaştıkça daha da çok parlıyordu kürkü, cüssesinin heybeti de katlanarak artıyordu. Bir kaç adım sonra tamamen ışığa çıkmıştı koca kurt, önümde, tüm kudretiyle duruyordu. Bir adım daha geriye aldım ve onu tamamen görebilmek için kırk beş derece kafamı yukarıya kaldırdım.
"Garou?"
"Iori."
Başımı saygıyla eğdim ve gülümsedim eski bir tanıdığı selamlarken.