Görevden dönen yorgun bedenimi dinlendirmek için geçirdiğim bir haftanın ardından, artık evimi temizlemenin zamanı gelmişti. Normalde temiz ve titiz bir insan olmaya özen göstersem de, yorgunluğum en ufak bir kas hareketini dahi yasaklıyordu bana. Bu elbette vücudumu kullanmamın getirdiği bir yorgunluk değildi. Halk arasında kafa yorgunluğu diye de tabir edilen, vücudun uyusa bile beyninin çalıştığı olarak da bilinen ve bu tür bir durumun getirdiği yorgunluktu. Üstüme kendi ellerimle attığım ölü toprağından yine kendim kurtulmam gerekiyordu. Ancak bunun için ne takatim vardı ne de isteğim. Attığım toprağın altında yok olup gitmek belki de benim için en iyi tercihti. En azından bir kendim sunduğum seçenekler arasındaki mutlak favorimdi. Ne var ki hayat devam ediyordu ve ben de nefes alıyordum. Bu hal içerisinde de, pes etmek, kendimi yok saymak maalesef seçebileceğim bir seçenek değildi. Doğruluğu su götürmese de uygulanabilirliği yoktu…
Yatağımdan doğrulup yerlere savurduğum yiyecek keselerine gidiyordu elim ilk olarak. Bu anda odayı saran yemek kokusu ile tüylerim diken diken oluyordu. Sanki yaşamaya başladığım ilk anda burnuma dolan bu koku, bana hayatın gerçek rengini gösteriyordu. Evet, bir koku, zihnimde görüntü olarak can buluyordu. Öylesine karmaşık bir haldeyken penceremi açmamla temiz havayı ciğerlerime doldurmam bir olmuştu. Dışarıdaki hissedilmeyen kokuşmuşluğu, doğanın bir lütfuymuşçasına ciğerlerime doldururken, gözlerimi odanın içine çevirdim tekrar. Yerdeki dağınık, kirli kıyafetleri bir sonraki hedefim olarak belirlediğim anda, kapıma vurulan iki darbe ile tüm bu temizlik zahmetinden şimdilik kurtulduğumu anlıyordum. Bu kapıyı çalacak tek kişinin, beni bir göreve çağıran shinobi olduğunu artık biliyordum. Birçok tanıdığım olsa da, hiçbirinin kapımı çalmayacağını biliyordum. Babamın beni umursamadığı, annemin ise babama boyun eğmek dışında yapabileceği bir şey olmadığını da bildiğim için, gelen shinobiye hangi göreve atandığımı sormakta bir sakınca görmüyordum.
Eskimiş evimin gıcırtılı oda kapısını açıp, kendimi nispeten temiz girişe attığımda, karşımda duran kapının iki kez daha çalınmasıyla, görevin aciliyetini anlayabiliyordum. Ancak adımlarımı hızlandırmak veya cansiperane kendimi kapıya atacak değildim. Ne bu dünya durmak üzereydi ne de ben… Acelemiz yoktu, onca karmaşaya rağmen. Aradan geçen birkaç saniyenin lafı olacaksa, olsundu. Odamın kapısından daha gıcırtılı giriş kapısını açtığımda, karşımda duran Ishigakure alınbandı takmış shinobiye başımla bir selam vermekle yetindim. Kapıda çok beklemediğini düşündüğüm için ona bir özür borçlu değildim ve ona söyleyebilecek çok bir şeyim de yoktu. Bir yere çağrıldığımı söyledikten sonra, bir daha birbirimizle karşılaşmayacaktık bile belki… Hoş, Ishigakure gibi küçük bir köyde, aynı simayı hem sabah hem akşam görmek mümkündü, fakat onlar sadece görüntüydü. Görüntülere takılmayı bırakalı epey olmuştu, bana lazım olan, görüntülerin asıllarıydı.
Kapımdaki shinobi, benim aksine oldukça aceleci bir tavırla Ishichou Binası’na gitmem gerektiğini söylediğinde, aslında nereye gideceğimi de zaten biliyordum. Bu alışılagelmiş bir durumdu neticede, müneccim olmaya gerek yoktu. Tek bir kelime söylemeden başımla durumu anladığımı izah ettikten sonra, kapıyı yavaşça kapattım. Tekrar dağınık odama dönüp ekipmanlarımı yanıma aldıktan sonra, alın bandımı aramaya koyuldum. Bu dağınıklığın içerisinde belki de en son bulabileceğim bu cismi ne kadar önemsediğimin ilk sinyallerinden biriydi bu. Odamın içinde türlü işe yaramaz eşyayı bulmama rağmen, alın bandımı bulmak epey zamanımı almıştı. Sonunda ise, gideceğim göreve bedenen hazır haldeydim. Üst rütbeli biriyle görüşeceğim için, en azından saygısız olarak nitelendirilmemek için, Ishichou Binası’na giderken adımlarımı biraz da olsa hızlı tutmaya karar vermiştim. Odamın penceresini açık bırakıp, kötü havanın daha da kötü bir havayla iç içe girmesine müsaade ederek, odamı terk edip, evimden sessizce ayrıldım.
Ishichou Binası’na vardığımda, doğrudan içeriye girerek Chuuninlere görevlerin tevdi edildiği odaya yöneldim. Kapalı kapıyı yavaşça açtığımda, ilk olarak sarı uzun saçları olan bir kunoichi gözüme ilişti. Siması oldukça tanıdık ve güzel sayılabilecek bu kızın adını Chizuru olarak anımsıyordum. Kapıyı biraz daha araladığımda ise, kendini beğenmiş tavırlarına alıştığım ve kendisinde hiç haz etmediğim sınıf arkadaşım Tessai’yi görüyordum. Son olarak odadaki diğer kişinin de, bizim dönemimizin en dikkat çeken isimlerinden biri olan Uzumaki Chiyumi olduğunu fark ediyordum. Başımla hepsini kapsayacak şekilde bir selamlama hareketinin ardından ise, karşımızda duracak ve bize görevi anlatacak Jounin’i görmek için diğer üçünün yanına geçtim. Ancak bu esnada, karşımda Ginbushi-sama’yı gördüğümde, ne tür bir pisliğe bulaşacağımı sormaya başladım kendime. Ginbushi-sama ile birkaç sefer denk gelmiş ve genellikle onun gülen yüzüyle muhatap olmuştum. Fakat şimdi, yüzü son derece asık ve neredeyse öfkeden patlayacak bir Ginbushi-sama karşımda duruyordu. Geç gelmemi kafasına takacak biri olmadığını bildiğim için, bu öfkesinin kaynağının farklı bir şey olduğunu anlayabiliyordum. Bu nedenle sadece “Geciktiğim için üzgünüm Ginbushi-sama.” demekle yetindim.
Karşımızda duran Ginbushi-sama, geç kalışımın önemsiz bir detay olduğunu gösterircesine kafasını sallamasının ardından, doğrudan konuya girdi. “5. Takımı basit bir görevin tamamlanması için Amegakure sınırına göndermiştik. Ancak ne olup bittiyse, olaylar beklediğimiz gibi gelişmedi. Görev sonunda 5. Takım’dan geriye dönen tek kişi Tsumiki Mio oldu.” diyen Ginbushi-sama, birden yüzüne yayılan hüzünlü havaya hakim olmak için yutkundu. Bu kısa sessizlik bile, aslında olayların vahametini anlatmaya yeterken, dinlemeye devam ettik. Ginbushi-sama eski çehresine kavuşurken “Zavallı kız, senseisi olan Hagakure Goku ve takım arkadaşı olan Komaeda Amami’nin ölümüne şahitlik etmiş.” dedikten sonra “Göreviniz ise takım diğer geriye kalan üyesi… Komaeda Togami.” dedi.
Togami ismi kulağıma yabancı gelmese de, her Ishigakure shinobisinde olduğu gibi, onun kim olduğunu da tam olarak çıkaramıyordum. Sayılan isimler aşağı yukarı bildiğimiz kimselerdi, fakat Togami konusunda kafamda net bir figür bulunmuyordu. Bu sebeple, onun hakkında verilecek bilgileri daha dikkatli bir şekilde dinlemeye koyuluyordum. Ginbushi-sama ise “Ona görev sonunda ne olduğu konusunda bir bilgimiz yok. Mio’nun söylediğine göre hala ölmemiş… Ancak bu konuda ben o kadar emin olamıyorum.” diyerek görevimizin genel şemasını sunuyordu. Her bir cümlesinin önemli olduğu bu brifingde, hepimiz dikkatle Ginbushi-sama dinlerken, odada çıt çıkmıyordu. Herkesin yüzünde kasvetli ancak gurur dolu bir ifade varken Ginbushi-sama “Sizler olayın gerçekleştiği yere gidecek ve Togami’ye ne olduğu konusunu araştıracaksınız. Onun ölmediğine ve sizlerin de onu sağ salim köye getireceğinize inanmak istiyorum.” dedikten sonra, bizlere olayın gerçekleştiği yeri ve oraya nasıl ulaşabileceğimiz tarif etti. Ginbushi-sama son olarak “Bu görevde takım lideriniz Uzumaki Chiyumi’dir. Her ne kadar bir Jounini takım kaptanı olarak görevlendirmek istesem de, şu an için elimizde buna uygun biri yok. Dolayısıyla size güveniyorum ve bu güvenimi boşa çıkartmayacağınızı biliyorum.” dedi. Bu noktadan sonra söz sırası Chiyumi’ye düşüyordu ve o da “Elimizden geleni yapacağız Ishichou-sama!” diyerek kendine duyulan güveni boşa çıkartmayacağını vurguluyordu. Odadan herkes bir bir çıkarken, en son gelen olarak, odadan son ayrılan olmayı seçmiştim. Ginbushi-sama hepimizi süzerek odayı terk etmemizi izlerken, başımla saygılı bir selamı vererek odadan ayrıldım. Hedefimiz Komaeda Togami’ydi… Fakat o gerçekten kimdi?