Hızlı atan bir kalp ve kısılmış ses telleri.. Ortamın kalabalığı ve bana gelen motivasyon ile birlikte ne yaptığımı bilmiyordum. Sanki burada olan ben değilmişim gibiydi. Herkesin fikirlerini söylemekten çekinmediği bu ortamda bende görüşümü ve içimdekilerimi böyle yansıtmıştım, ne var ki? Bu kadar milliyetçi miydim ben? Hayır bu milliyetçilik falan değildi. Bu bizi korumaya çalışan asil adamların fütursuzca katledilmesine karşılık oluşan mahçupluktu. Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Beni böyle birisinin görmesini istemezdim. Benim gibi öfkesini ve kinini dışarı vuran insanlar da vardı. Aksine olmayan da vardı ama mutluydum. Benimle aynı görüşte olan insanlar ile aynı ortamda olmak mutluluk veriyordu bana.
Gürültü azalmaya başladığında az önceki ortamın ne kadar gürültülü olduğunu farketmiştim. Kulaklarımın sızlamasıyla birlikte gözlerim Gyaku-san’ı izliyordu. Keskin bir işaretle durulmuştu herkes. Susumun’un yanına oturduğumda sessizlik çökmüştü mekana. Kendimi sakinleştirerek Gyaku-san’ı dinlemeye başladım. Doğru diyordu güzel diyordu fakat bu hırsımı gömme işini şimdi anlayabilirdim.
Lakin savaş esnasında beni ele geçirirse? Zaten çelimsiz bir şeyiyim, umarım böyle bir şey yaşanmaz diye düşündüm içimden. Gyaku-san hakkında bir şeyler duymuştum ama bu kadar etkileyici konuşmasını beklemiyordum. İnsanın kanına giriyordu resmen! Söyledikleri mantıklı ve klasik denilecek bir plandı. Sonuçta savunmakta önemliydi.
Fakat savunma yıkılıp iç hatlara girilirse ve eğer olurda ailem ölürse? Üzülür müydüm? Neler hissederdim bilmiyorum. Umarım hissetmek zorunda kalmam diye düşündüm. Gyaku-san haritada belirli yerlerde yuvarlaklar çizerek isimlerimizi sayıyordu. Bilmiyorum ama benimkini de saymasını çok istemiştim. Tanıdığım birçok yaşıtımın adı geçmişti. Giderek umutsuzluğa kapanıp yaşıtlarımın arasında tekrar dışlanmak istemiyordum. Daha da kötüye giden ümidim ismimin sayılmasıyla durdu. Ardından büyük bir hareketlenme başladı dışarıya doğru. Odada ismi sayılan bizler ve Gyaku-san kalmıştı. En azından tanıdık olmaları beni sevindirmişti. Acaba kaç tanesi beni tanıyordu? Bilmem, illa ki tanıyacaklar! Bu saldırı ister bahane olsun ister olmasın. Sokaklarda ismim söylenip yad edililecektim.
Kusagakure’nin kahramanı..
Şükür ki sandalyesine oturduğunda içimde kuduran merakım durulma fırsatı bulmuştu.
Acaba neden burda tutulduk? Diye düşünürken girdi söze Gyaku-san. Mantıken toplu bir muharebe çatışması beklemiyordum. Biz chuuninler olarak bölük bölük girmek en mantıklısı olacaktı. Anladığım şey biz hedef gibi görünmesede köyün hedefi olan şeyleri yapacaktık. Fakat bu durum içimde bir burkulma olmasına neden oldu. Sonuçta ölen shinobiler gibi diğer shinobiler tekrar ölebilirlerdi ve bu savaş alanında gayet mümkün bir şeydi. Ölmeleri bizim uğrumuza olacaktı. Bu demek oluyordu ki başaramama gibi bir şansımız yoktu!
Dürüst olmak gerekirse
-bu benim en sevmediğim söz-Gyaku-san’ın beni yanına alacağını ve ilk sayılan isimlerin arasında benimkinin olacağını düşünmemiştim. Takım arkadaşlarımla tanışmamızdan bu yana kocamaaaaan bir süre geçmişti. Lakin az buçuk hatırlıyordum kim olduklarını. Onlara güvenebileceğimden şüpheli olsamda Gyaku-san’a güvenirdim. Fakat bu önemli bir mesele olduğundan onlara güvenmem şartdı.
Ölüme en yakın yer.. Böyle söylemişti Gyaku-san. Kusagakure için aman aman şeyler yapmamıştım. Acaba canımı ortaya koysam gerçekten de severler miydi beni? Tanınır mıydım her yerde? Bu durum kafamı karıştırıp içime azıcık da olsa korku salsada şuan asıl önemli olan şey kararlı ve istikrarlı olacak ruhumdu. Kendimi buna hazırlamalıydım. Kendimi toparlayıp, kafamı hafif öne eğerek onay verdim Gyaku-san’a. Birkaç kişinin daha görevleri okunup isimleri sayındıktan sonra karşımızda dikilmişti Gyaku-san. Tabii ki alacaktım intikamımızı! Ben sefil hayat yaşarken artık onların öyle bir hayatı bile yoktu. Kim bilir aileleri nasıl acılar çekiyordu. Napalım? Dayanamadım yine bağırdım. Kısılan sesim eminim bana çok darılmıştır! Ardından Sakuma-chan ve Teki-kun’a kafamı selam verircesine sallayıp hazırlanmaya koyuldum.
‘’Yaşam mı ölümün izdüşümü, ölüm mü yaşamın sorusunu binlerce kez sorgulatan ikilidir ve ayrılmaları ne yazık ki şu ana dek pek mümkün olmamıştır.
Ölüm o kadar yaşamın içindedir ki farkına bile varmayız yaklaştığının.. Ve yaşam o kadar ölümün içindedir ki geldiğinde anlaşılır değeri hayatın.’’Demişti okuduğum bir yazar. Ölüm kapıya dayanmış mıydı? Bazen de ölmek gerekir yaşamak için. Bakalım ben ne tür bir ölüme yakalanacağım, diye düşündüm.
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
Doğanın bize yaptığı festival harikaydı! Yağan yağmurlar sayesinde stresli geçen saatlerimi daha stresli hale getirmişti. Gerçi böyle kararmış ve huzursuz mekanları severdim. Fakat olduğum durumda pek sevdiğm söylenemezdi. Karartı demişken kafamı yukarı çevirip bulutların karmaşık yapısına kapılmıştım. Aradan sızan Güneş ışıkları az olsada ümit aşılıyordu bana. Sanki bu durum hayatımın özeti gibiydi. Bulutlar karşıma çıkan zorluklar ise, arkada kapana kısılmış Güneş tam olarak bendim! Lakin operasyon esnasında 2. Güne gelip herhangi bir zorlukla karşılaşmamıştık. Birkaç adam pataklamış olsakta sadece elimi kunaimde tutup gardımı almıştım. Sanırım biraz korkmuştum, neyse! İçimdeki heyecanı ve korkuyu tam olarak atamamış olarak adımlarımı bataklık vari zeminde temkinli atıyordum. Bunları düşünürken vücudum ruhumla aynı düşüncede değildi. Bu kadar stresi ve eylemi kaldıramamış, yorgunluğa yenik düşmüştü.
Sanırım büyük bir çarpışmaya girecektik. Gyaku-san’ın deyimiyle, ölüme.. Lakin burda kritik hamleler yapıp önemli bir avantaj kazanmamız bize bağlıydı. Aslında böyle bir görevde çok önemli rol oynuyorduk. Gyaku-san’ın önderliğinde içim güvenle dolsada, diğer ihtimalleri düşündüğümde bir o kadar da içim ürperiyordu. Sonuçta şu Riaru denen herif epey güçlü olmalı ki S-Rank rütbesine kadar yükselmişti. Acaba Gyaku-san onunla kapışabilir miydi? Veya yenebilir miydik? Bunu unmaktan başka çarem yoktu. Benim bunların düşünmemin aksine diğer shinobiler bu durumdan keyifliydi. Çıktıkları muharebeden
-ne kadar muharebe denilebilirse-zafer aldıkları için motivasyonları tamdı. Bu iyi bir şey tabii ki.
Sanırım çalışmak ben ve takım arkadaşlarıma farz olmuştu. Özellikle Gyaku-san’a. Yorgunluktan bir hal olmuş vücudum artık kendini yere bırakacaktı. Uyku desen yok, dinlenme desen yok. Fakat onları anlayabiliyordum. Böyle söylenmenin ne yeri ne zamanıydı. Bizler çalışmayacakta kimler çalışacak? Bir o yana bir bu yana koşmaktan mekan algımı kaybedicektim nerdeyse! Ama bir kahraman bunları da yapar değil mi? Zaten gece yaşanan baskın, havanın stresine ve ciddiyetine ek bir porsiyon olarak gelmişti. Tetikde durmak ve gözleri dört açmanın önemini hatırlatmıştı bana!
Uykusuz olmaya alışık olan bedenim bu uyksuzuluğa dayanabilirdi. Öyle ki gelmeden önce rahat bir uyku çekmiştim. Gergin olan bu ortamda aynı zamanda herkes bir şeylerin olacağından haber bir şekilde tetikte duruyordu. Yolumuzun üzerinde olan düşman kuvvetlerinin varlığından haberdar olan shinobiler ise artık göz kırpmıyorlardı. Bu gerginliği, heyecanı ve korkuyu içime atarak bizim grubun yanına gidip ve onlarında içinde oluşabilecek gerginliği azaltma umuduyla konuşmaya başladım. Otuziki diş gülümseyerek,
’’Ben Kumo, biliyorsunuz zaten.’’ Sakuma-chan’a dönüp,
‘’İsimlerimiz ne kadar benziyor Saku—.‘’
Sözümü bölen şey 3 zamanlı gerçekleşmişti. İlk başta anlam veremesemde bunun bir patlama olduğunu diğer shinobilerin yüzünden anlamıştım. Gerginliği yatıştırmak isterken düştüğümüz hale bak. Bu da doğanın bir emri galiba bana. Emir gelmemesiyle birlikte çenemi kapayıp, yanlarına oturdum. Normalde olsa kendimi övüp övüp dururdum ama bulunduğum durum müsade etmiyordu.
Ya da hayat bana yalnız kalmaya hükümlüsün mesajı falan vermeye çalışıyordu.
Az önceki olaydan sonra çırpınan kalbim daha fazla atmaya başlıyordu. Delinin biri kendini patlattığı haberini almıştık. Karşı tarafın ne kadar istekli olduğu buradan bile belliydi. Ardından beklediğim olay gerçekleşti. Sanırım Gyaku-san’ın sabrı buraya kadardı. Kalbim ağzımdan gelirken sessizliğimi koruyup hazırlanmaya başlayacaktım.