“Bırakın hain, yağmur gibi yağsın! Yeter ki sizin iradeniz kayadan olsun! Yağmurun kayayı aşındırabileceğini sananlar, kayanın kudretiyle karşılaştıklarında yağmaya bile korkacaklar!”
Görevler dağıtıldıktan sonraki her an, zihnimi baltalayan bu sözler her seferinde manasızca iç çekmeme sebep oluyordu. Yağmur ülkesi, tek bir kelimeyle tanımlayabilecek olsam, kesinlikle buna "Islak" diyebileceğim bir ülkeydi. Onunla ilgili her şey, her deneyimim neredeyse bir ıslaklık barındırıyordu. Sırılsıklam olmuş elbiselerim, saçlarım ve çamura bulanmış zeminde ilerlemeye mecbur kılınmış ayaklarım... Her saniyede biraz daha alışmam gerekirken, kokusunu daha net alabildiğim yağmurun toprak ya da farklı şeylerle etkileşime girdiğinde ortaya çıkan o kokular! Buradaki herhangi bir şey, fazlasıyla yabancı ve absürt gözüküyordu bana. Elbiselerimin sırılsıklam olmasından ötürü ağırlaşması ve bedenime yapışması, kesinlikle en rahatsız edici histi. Ama bu hisle yarışacak kadar rahatsız edici başka bir şey varsa, oda ayaklarımın altındaki toprak zeminin yumuşaklığıydı. Sanki ilerledikçe daha da yumuşak oluyor ve vıcık vıcık bir hale bürünüyordu. O vıcık toprakla ayaklarım her buluştuğunda ise ortaya çıkan o rezil durum, kesinlikle dudaklarımdan bir kaç küfrün hızla fırlamasına sebep oluyordu. Sessiz ve hızla ilerleyen küfürler, kaybolmadan önce ise onları kovalayan bir kaç küfür her daim oluyordu. Çünkü burada kuruluk namına tek şeyin buraya gelene kadar biz olduğumuza emindim; ama burada geçirdiğimiz çok kısa bir sürede bile, tüm o kuru halimiz, büyük bir günahmış gibi arıtılmış ve buradaki her şey kadar ıslak bir hale sokulmuştuk. Sanki göklerdeki bulutlar, özellikle bizi hedef almış gibiydi.
Çok kısa bir sürede, tüm bu hissettiğim küçük detaylara rağmen, yabancı bir toprakta savaşacak olmanın ne kadar kötü hissettirdiğini anlayabilmiştim. İklimi bile, bu kadar rahatsız edici geliyorsa, aklıma tek bir karışında bile daha önce bir adımım olmadığına emin olduğum bu toprakların barındırdığı gizemler geliyor ve bu durum sadece beni endişelendirmiyor, ayrıca her şeye karşı temkinli ve hazır olmama sebep oluyordu. Bu kesinlikle kabul edilmesi gereken bir dezavantajdı. Burada yabancı olan bizdik ve tehlikede olanda! Bunu kabul etmemin, her ne kadar saldırıya geçen taraf olarak utançta hissetmeme sebep olsa da, kesinlikle doğru olduğuna emindim. Şu an içinde sadece bir tehlike barındırdığını bildiğimiz bir mağaraya ilerliyorduk ve o mağaranın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyorduk. Tek yapmamız gereken savaşmak ya da korumak değildi, ayrıca temkinli olmalı ve biraz da korkmalıydık. Zira korkmak bizi dinç tutup, mantıklı düşünmeye sevk edecekti. Korkusuz bir insan mağaranın derinliklerinde neyin yattığını umursamadan atlayıp, her an ölebilirdi; ama korkan insan ileriye doğru attığı her adımda onu bekleyen bir ölümün ve başarısızlığın bilincinde olursa, işte o zaman her şeyi daha net görüp, daha iyi hareket edebilirdi.
Bu yüzden korkuyordum ve bu yüzden temkinliydim.
Özellikle görevimin, bir koruma görevi olduğunu öğrendiğim andan beri. Yağmur ülkesinin topraklarına girmek, sadece çoktandır uyanmış olan tüm bu hislerimin daha da keskinleşmesine sebep olmuştu. Tüm bu hisler, her şeyiyle tanıdık gelen İshigakure topraklarından beri benimleydi; ama tüm bunlara rağmen, stres yok denecek kadar azdı. Korku ve stres iki farklı şeydi. Korku yeteri kadar olduğunda, iyi bir şeydi; ama stresin en ufağı bile, bir kaos barındırıyordu içinde. Bu yüzden korkarken, zihnimin ve vücudumun diri ve sakin olmasına da özen gösteriyordum; ama Yağmur Ülkesinin topraklarına adım attığımızdan beri, bu ruh halini sağlamak daha da zorlaşmıştı. Savaşa, yaklaştıkça, savaşın ağırlığı üzerimize çöktükçe, ister istemez stres de sinsi bir yılan gibi yaklaşıyordu her şeyi ele geçirmek için. Ama kararlıydım, stres savaş alanındaki en ölümcül zehirdi ve o zehir bana bulaşmayacaktı.
Öte yandan beni dinç tutan şey sadece hislerim değildi. Yağmur ülkesindeki her şey tam olarak yabancı değildi. Chisa, Uzumaki Chiyumi ve topraklarımdan olan, korumakla yükümlü olduğum Medic-ninler! Her biri tanıdık bir his yayıyordu ve her biri varlıklarıyla bile bu ıssız topraklarda güvenebileceğim bir dal gibi sıklaşıyordu ruhumda. Bu bu savaşta çoğu Shinobi'nin tutunabileceği en güvenli daldı muhtemelen tanıdık yüzler.
Yarı uykulu yarı uykusuz geçen gecenin ardından, bedenimi bu karmaşadan çıkaran hafif bir dokunuş ile gözlerim tamamen aralandı. Aynı zamanda bu, tüm o ağır düşüncelerden sıyrılmama da sebep olmuştu. Göz ucuyla beni uyandırma zahmetine giren Chiyumi'yi süzünce, bir anda tüm ruhum bu savaş alanından uzaklaşıp, Kuzuryu Gawa Nehri ile ilgili ilk görevimi aldığım ana gitti. Bana o gün önerilen Shinobilerden biri oydu ve ben onu küstahça reddetmiştim! Şimdi kader bizi bu savaşta bir araya getirmiş ve aradan çok kısa zaman geçmesine rağmen, Chiyumi güvenebileceğim bir yoldaş hissiyatı vermişti. Zamanında ne kadar aptal olduğumu, bir kez daha anlamıştım.
Hafifçe doğrulup, göz ucuyla etrafıma baktığımda Chiyumi'nin herkesten önce uyandığını görebiliyordum. Ya da hiç uyumamıştı; ama şu an ben dahil herkesi uyku denen çukurdan çıkarıp, bir kez daha savaşın soğuk topraklarına getiren oydu. Evet, Yağmur Ülkesi aynı zamanda soğuktu... Kasvetli, ıslak ve soğuk! İklimi bile bu kadar boğucu iken, bu iklimde büyümüş insanların ne denli bir ruh halinde olacağını tahmin bile edemiyordum; ama o an, oldukça sıradan gözükmesine rağmen, bir güneş kadar göz alıcı gülümseme, beraberinde taşıdığı sözlerle birlikte hazırlıksız yakalanan bana bir tokat gibi çarpınca, zihnimdeki tüm karamsarlık ve olumsuzluk dağılmıştı. İtiraf etmek gerekirse şu bir günlük süreçte, ben bile bu karamsarlıktan etkilenmiş ve İshi'nin o sıcak tarafının, Ame'nin soğukluğu ile etkileşime girmesine şahit olmuştum; ama Chisa, tüm bu soğukluğa rağmen, hâlâ İshigakure kadar sıcak ve saf gözüküyordu.
Onun bu saflığın, Tanrı tarafından bir armağan olduğunu düşünmeye başlamıştım. Kesinlikle Chisa ortama ayak uyduran insanlardan değildi, Chisa ortamın kendisine ayak uydurmasını zorlayan insanlardandı ve o insanlar benim lügatımda özel insanlardı. Chisa'ya bir kez daha saygı duyarken, ufak bir baş sallaması ile günaydına karşılık vermenin utancı ile sessizliğe bürünmüş ve gökyüzünü incelemeye koyulmuştum.
Güneş, fazlasıyla belirgin olmasına rağmen, oldukça güçsüz olduğu gerçeğini gözümden kaçıramıyordu. İshi'ye kıyasla, burada doğan güneş fazlasıyla yavandı. Bunu bu soğuk atmosferden bile anlayabilirdi insan. En azından bir süre, yağmur tarafından kırbaçlanmayacak olmamız sevindirici bir haberdi benim için; ama bunun bir süre olacağına emindim. Zira doğuda kara bulutlar, hâlâ yağmur damlalarını toprağı amansızca saldırması için gönderiyor gibiydi. Derin bir iç çektim ve bakışlarımı özellikle doğu tarafından uzak tutarak, kapma döndürüp, kahvaltıya başladım.
Hayatımdaki diğer tüm tatsız kahvaltılardan bile, daha tatsız bir kahvaltıydı, neyse ki kısa sürmüştü. Göz ucuyla Chisa-san ve Chiyumi süzdüğümde, onlarında bitirdiğini ve bir şeyler için beklediğini görebiliyordum. Konuşmak istiyorlardı ve ben de konuşmak istiyordum.
Chiyumi'nin çıkardığı haritanın etrafında toplanıp, incelemeye başladığımızda o yollardaki tehlikeleri hissedebiliyordum. Hafifçe yüzüm düştü ve göz ucuyla ikiliyi süzdüm. Ardından, kahvaltı yapmakla meşgul olan ekibi. Onlar kesinlikle savaşma konusunda iyi değillerdi.
Hafif bir iç çekerken, "Yabancı topraklardayız ve haritaya baktığımda bile o yollardaki tehlikeyi sezebiliyorum." Göz ucuyla, ikiliyi süzdüm ve dikkatlerini çektiğimden emin olmak istedim. "Bu yüzden, üçümüzün de dezavantajda olduğumuzu kabul etmemiz ve her daim en kötü ihtimale hazırlıklı olmamız gerektiğini düşünüyorum." diyerek dürüstçe fikirlerimi ilettim. "Ama zayıf yönlerimizi, ekip olarak kapatırsak bu dezavantajlı durumun içinden çıkabileceğimize inanıyorum. Chisa-san senle daha önce bir göreve çıktığımızdan, az çok sana aşinayım ve bu bir kaç günlük süreçte de Chiyumi-san'ı da tanıdım. Gözlemlerime göre, yakın dövüşte kısa süreçte aranızda en etkili kişi benim; ama uzun süreçte, kesinlikle Chisa'nın benden çok daha iyi bir iş çıkarabileceğini düşünüyorum. Chiyumi-san ise, hasar konusunda en iyimiz olduğuna eminim. Bu özellikler kapsamında bir formasyon kurmamız gerektiğini düşünüyorum. En azından bir aradayken, yenilmesi zor bir ekip olabiliriz bu formasyona sadık kalarak."
Kısa bir sessizlik, onların karşılık vermesi için büründüğüm bir ton oldu. Dudaklarım mühürlendi ve göz bebeklerim, dikkatlice ikiliyi süzmeye başladı.