Kendi içimde, kendime doğrulttuğum haykırışımın ardından ayaklanmış ve çocuğu ele geçirmiştim. Sözlerim olabildiğince hızlı bir şekilde ağzımdan fırlamış ve bombayı arbedenin tam ortasına bırakmıştım. Ardından çevremi şöyle bir kabaca süzmüştüm. Sonuç ise… hayal kırıklığından ibaretti.
Yapmak istediğim etki, istediğim şekilde zerk etmemiş, kısa bir dalgalanma yaratmıştı sadece. Gerçi böyle bir anın ortasında, genellikle liderlik vazifesine soyunmayan benim, bu işi ne kadar becerebileceğim de büyük bir muallaktı zaten. Fakat ben, bunu bile bile bu yola başvurmuştum. Çünkü işi zor değil, kolay yoldan çözmek istemiştim. Çünkü ben bu şekilde olmasını istiyordum!
Bundan sonra ne yapabilirdim, onu düşünmek adına zihnimin derinliklerine girdim. Hayal kırıklığım, öfkem içten içe beni ele geçirmeye çalışıyordu. Sinirlenmiştim açıkçası. Belli etmemeye çalışıyordum. Aklımın içinde bir o tarafa, bir bu tarafa giden ‘Neden?’ Sorusuna cevap arıyor, arıyor ve duruyordum. Bu soru benim cevaplayacağım tarzda bir soru değildi. Benim bileceğim bir şey değildi. Kafa yormak sanırım aptalca ve boşa bir çabaydı. Ama aynı zamanda da elimde değildi bu soruyu sormamak.
Bir an düşünmekten vazgeçtim. Gözlerim karardı. Dış dünyaya göremez oldum. Karanlığın içinde bir yerde kendimi buldum. Öylece başıboş bir şekilde duruyordum. Bir sandalye gördüm. Basit, tahtadan olan ve üzerinde hiçbir işleme olmayan bir sandalyeydi. Bir süre baktıktan sonra, amaçsızca oturdum. Niye buradaydım? Burası neresiydi? Minvalinde sorular düşünürken, kulaklarımın içine bir ses düştü. Nefes alışveriş sesimden, kalbimin çarpıntısından daha güçlüydü bu ses. Sanki biri adımlıyordu. Her attığı adımda ses bana daha güçlü geliyordu. Sanırım gelen kişi bana yaklaşıyordu. Oturmuş olduğum yerde merakla bekledim o kişiyi.
Beni buraya o kişi mi çağırmıştı? Burası düşüncelerimin somutlaşması, zihnimin bir tablosuysa; bana yavaşça yaklaşan kişi kimdi? Merak katsayımın git gide arttığı bu anın ortasında cevaba ulaşmamın uzun sürmeyeceği düşüncesi içerisine girdim. Bir an sandalyeden kalkıp, ben de o kişiye yaklaşmak istediysem de, bunu yapmadım. Sandalyeden kalkarsam buradaki olayımın biteceğini düşündüm. Gözlerimi tekrardan dış dünyaya açıp, yine cevapları belli olmayan zor sorular karşı karşıya kalacağımı hissettim. Bundan mütevellit merak etsem de öylece oturup, o kişinin gelmesini bekledim.
Ellerimin yavaşça terlediğini düşündüğüm anda, karanlığın içinden bir silüet karşıma çıkaverdi. O an öylece sessiz ve durgun bir şekilde, karşımdaki kişiye baktım. Akabinde gözbebeklerim büyüdü. Tüylerim kabardı, içimdeki her şey korku duydu. Varlığımın her bir parçası karşımdaki kişiyi görmekten dolayı dehşete düştü. Aynadaki yansımamdan fırlamışçasına bana benzeyen bir kimseydi, karşımdaki kişi. Şaşırdım… Kimdi bu insan? Niye bana benziyordu? Niye zihnimin içinde dolaşıyordu? Amacı neydi? Birkaç saniye süren şaşkınlığımın ardından, sonunda ağzımı kıpırdatabilecek güce erdim. Üzerimden attığımı düşündüğüm şaşkınlığımın izlerini taşıyan sağ elimi yavaşça havaya kaldırdıktan sonra, işaret parmağımı karşımdaki kişiye doğrulttum. “Kimsin sen?” diye sordum. Sakin bir ses tonuyla konuşmak isteyerek.
Bu soru karşısında şaşırmış olacak ki, surat ifadesi bu şaşkınlığı hissettirecek şekilde değişti hemen önümde duran adamın. Ardından güldü. Biraz şeytani bir gülümsemeydi bu. Biraz da küçük gören. Bakışlarını da aynı şekilde bana doğrultulmuştu. “Ben mi? Elbette ben Taichi Dazai’yim! Aynı zamanda sen de öylesin!” Bu kelimeler ağzını terk ettiği anda kahkahalara boğuldu. O sırada ben sadece dinledim. Bu anın göbeğinde elimde pek de seçenek yoktu açıkçası. Etraf tekrardan sessizleşince şeytani ve küçük gören bakışlarıyla beni izlerken, birkaç adım daha attı bana doğru. O bana doğru iyice yaklaşırken, düşüncelerimin arasına daldım. Kafamın içinde bir sürü düşünce vardı. Önce hangisinden başlamalıyım amacıyla yapılan bir düşünceydi bu.
Sormak istediğim soruya karar verdiğim an, ağzımı yavaşça araladım. Fakat aynı anda kulaklarım diğer ‘ben’in sesini duydu. “Sakın konuşma!” diye bağırdı. İster istemez bir an duraksadım. Bu duruksama, şaşkınlığımdan dolayı ortaya çıkan bir tepkimeydi. Bu yüzden bu kelimeleri sarf etmesi, sormak üzere olduğum soruyu engelleyemedi. Bir kez daha konuşma yeltendiğim anda, bu sefer yine diğer benin sesini duydum. “Bana kim olduğumu sorduğuna göre, sen hiçbir şey bilmiyorsun! Fakat bilmiyor olman doğru da değil! Ben gerçekten kimim? Bunu sahiden de bilmek istiyor musun? O zaman gözlerini dört aç! Ben senim! Senin bir parçanım! Bakmak istemediğin, görmek istemediğin o parçan! Az önce köylüler hakkındaki dediklerini düşününce bu tanıdık gelmiyor mu? Hahahaha!”
“Asıl kör sensin! Asıl sağır da sensin!” Karşımdaki diğer ben konuşmaya devam ettikçe onu dinledim. Suratının kızgınlık, öfke ve nefretten şekilden şekile girmesini izledim. Bir an ellerimle kulaklarımı kapatmak ve göz kapaklarımı aşağı indirmek istedim. Bir an kaçmak istedim. Sandalyeden kalkıp, bu çarpık düşüncelerimden oluşan aynı şekilde çarpık olan bu dünyayı yok etmek istedim. Bunu gerçekten çok istedim. Daha fazla dinlemek istemiyordum. Daha fazla görmek istemiyordum. Sanki var olan en büyük sırrım, bir başkası tarafından ele geçirilmiş gibi hissettim. Göğsümün üzerinde bulunan defterimin, bir başkası tarafından okunmasına benzer bir histi bu! En derinden saklamak istediğim şeyler, sanki güneşin doğması gibi tüm dünyaya bir ışık edasıyla saçılıyordu. Ellerimi sandalyenin destek kısımlarına attım. Kalkıyordum. Kalkacaktım. Aynı şekilde bu uğursuz, karanlık yeri yok edecektim!
Fakat, daha önceden olduğu gibi karşımdaki diğer ben aynı şekilde konuşmuş ve yine aynı şekilde eylemlerimi yarıda kesmişti. Küçük gören, şeytani bakışlarını bana doğrultmayı sürdürürken; “Korkak!” diye bağırdı. Bakışları canımı acıttı. Sarf ettiği sözcük kalbimi tam orta yerinden deldi. Gözlerine bakmaya cesaret edemedim bir an. Daha sonra yavaşça kafamı kaldırıp, gözlerimizin kesişmesine izin verdim. “O sandalyeden kalktığın anda bu dünya yok olur! Bu dünya yok oldu mu, ne oluyor biliyor musun? Kaçmış olursun! Her zamanki gibi, hahahaha!” Aramızda birkaç adımlık mesafe kalana kadar bana yaklaştı. Öyle ki onun nefesinin sesini kulaklarımın en derin yerinden işittim.
Adımları durduğu an eğildi ve bana baktı. Gözlerimiz birbiriyle tam karşı karşıya gelmişti. İçlerine baktım o gözlerin. Onun gözlerinin içinde gördüğüm şey, onunla aynı çarpık surata sahip bendi. Suratımda aynı şekilde şeytani bir gülümseme vardı. Gözlerimde de aynı şekilde bir bakış vardı. Bir an kafamı geri çekmek istedim. Fakat sağ eliyle beni kafamın tam arkasından yakalamıştı. “Bak!” diye bağırdı. Tükürüklerinin suratıma yapışıp, verdiği ıslaklık hissini kavradım. “Ben senim! Ben içindeki canavarım! Ben gerçeğim! Ve yine sen de bir canavarsın! Bunu niye kabul etmiyorsun? Hahahaha!”
Kahkahaları sürerken, sessiz bir şekilde içimdeki fırtınayı hissettim. Kanımın vücudumda tam tersi yönüne akarken yaşattığı sıcaklığı aynı şekilde hissettim. Binlerce duyguyu, binlerce hissi aynı anda yaşadım. Dinlememe isteğim sürse bile, gözlerimi kapatmadım. Direndim! Beni vazgeçiren her şeyi bir kenara fırlattım. Bu dünyayı yok etmeyecektim. Her şeyi sonuna kadar götürecektim. Belki de hayatında hiçbir şeyi sonuna kadar götürememiş ben, bu sefer buradaki konuşmayı ve buradaki yaşananları son anına kadar götürecektim. Götürecek ve neler olacağını görecektim. Bunu yapmalıydım. Bunu yapmak zorundaydım!
Bu şekilde düşünürken, sandalyeyi daha sıkı kavradım. Gözlerimi açık tutarak bir sonraki cümlesini bekledim. Fakat bu beklentimden farklı bir şey oldu. Sertçe kafasını burnuma geçirdi. Kendimi yerde buldum. Sandalyeden düşmedim. Ellerim hala sandalyenin korumalıklarına tutunur vaziyetteydi. Burnumdan akan kanın verdiği ıslak ve hafif sıcak hissi tadarken, gözlerim yine karşımdaki bene bakmaya devam etti. Yukarıdan bana olan bakışlarına baktım. Kızgınlık veya mutsuzluk hissetmedim. Aksine biraz daha sakinleşmiştim. Belki mutlu bile olmuştum, anlamadığım bir şekilde. “Demek kabullenmeye başlıyorsun, ha? Güzel!” Dedi sakin bir tonla, bu olaydan sonra. Ardından yine beklemediğim bir şekilde tekme savurdu. Karnıma gelen bu tekme, beni birkaç metre ileri doğru gönderdi. Sandalyenin yere gelen kısmıyla, zeminde kaydım öylece.
Sandalyeyi kavrayışımı sürdürmeye devam ettim yine de. Boğazımdan ağzıma dolan ılık ve değişik bir sıvının varlığını hissettim. Öksürerek dışarı attım. Kandı. Kırmızı olarak çıkan bu kan, yere temas edince zeminle aynı renge bürünmüştü. Kapkara olmuştu tıpkı zeminin kendisi gibi. Aldırmadım. Yine gözlerim aynı şekilde diğer bene doğru döndü. Adımlarının sesini işitirken, giderken yaklaşan suretini izledim. “İtiraf et!” Bağırdı yine. Ardından devam etti gülerek. “Mesela… Kılıcını boğazına dayadığın köylüyü ele alalım. Niye o? Yaralı olduğu için mi? Hehehehe! Yoksa ona karşı bir nefret hissettiğin için mi? Ben sana söyleyeyim… Ona karşı nefret ettiğin için! Sen bir canavarsın. Kanasusamış bir canavar. Nefretle hareket eden, içgüdüleriyle hareket eden; düşünemeyen bir canavarsın! Bunu kabul et! Yaptığın tüm bu kirli işleri bana yıkmaktan vazgeç!”
Tüm bu kelimeleri söyledikten sonra, adımları durmuş, hemen yanımda bitmişti. Duracağını düşündüğüm o saniye önce sol ayağını karnıma atmıştı. Ardından kan revan içindeki suratıma da sağ ayağını. Tam tepeme çıkmış ve yine tam tepemden bana bakmıştı. Ayakları ile alnıma baskı uygulayıp, kafamı yere mıhlamıştı. Sanki suratım bir çöpten ibaretmiş ve onu ezmek istermiş gibi ayaklarını bir sağa bir sola hareket ettiriyordu. Fakat üzerimde bir insan, diğer ben olsa da öncekinden daha hafif hissediyorum gibiydi. Bu yaşadığım hisse belki de rahatlama denilebilirdi. Tam bilmiyordum. Fakat huzurluydum. Hiçbir yerim acı çekmiyor, yine hiçbir pişmanlık hissetmiyordum. Arkama dönüp bakmak istemiyordum. Bakmak istediğim şey sadece önümdekiydi.
Diğer ben, üstümde durur vaziyetteyken sanki konuşmanın sonuna gelmişiz gibi his yaratan bir şekilde tekrar konuşmaya başladı. “Canavar olduğunu düşünmüyorsan, o zaman kanıtla! Kanıtla ki, sen ve ben tekrar bir olalım! Kendi yolumuzu ancak yine kendimiz aydınlatabiliriz! Bir başkası değil! Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. Olmayacaktı da.” Bu sözleri söyledikten sonra yavaş yavaş yıldız tozu gibi dağılmaya başladı diğer ben. Kapkara olan bulunduğum yer de çatırdamaya, ardından kırılmaya başladı. Tüm bunlara istinaden bense, “Peki…” demekle yetindim. Bunu duyan diğer bense, suratında sıradan bir gülümsemeyle yok oldu. Her şeyin ardından ayağa kalktım. Ve kırılan bu dünyadan ayrıldım.
Önüme baktığımda aynı manzarayla karşı karşıyaydım. Köylüler çevremde, uzun saçlı ve kel yine bulunduğu yerde, boğazına kılıç dayadığım köylüde aynı şekilde yanımda duruyordu. Derin bir nefes çektim içime. Kararsızlığım üzerimden gitmişti. Bir kılıç gibi dimdik ve kararlıydım. Aklımda cevabı olmayan sorulardan eser kalmamıştı. Sadece gördüğüm şey ilerisiydi. Yapmam gerekeni biliyordum artık. Pişman olmayacağım şeyi biliyordum. Bunun cevabını bana veren şey, bir başkası değil; kendimdi. Cevabı aldığıma göre artık iş ve eylem vaktiydi…
Kılıcımı yavaşça köylünün boğazından çekecektim. Ardından yere saplayacaktım. Köylülere şöyle bir göz gezdirdikten sonra, çocuğu ne çok yakınımda, ne de çok uzağımda bulunan diğer bir köylüye doğru sert olmayan bir şekilde gönderecektim. Ardından bekleyecektim. Neyi bekleyeceğime gelirsek… En boş an olacaktı. Eğer ki köylüler bize saldırmaya karar verirlerse, hızlıca Raiton no Yoroi’nin el mühürlerini işleme koyacak ve ardından kılıcımı elime alacaktım. Daha sonrasındaysa Raijin no Jutsu için gerekli el mühürlerini aynı şekilde işleme koyacaktım.
Ardından yapacağım şey ise… uzun saçlının arkasına olabildiğince hızlı bir şekilde geçmek, kılıcımı kalbine yakın bir yerden saplamak ve sapladıktan sonra vücudun içinde gezdirmek olacaktı. Tüm bunları köylülerin saldırması durumunda yapacaktım. Aynı zamanda uzun saçlının gardını indirdiği, en boş anında yapacaktım. Köylüler bana saldırmadan bunları yapabilir miydim, bilmiyordum. Ola ki yapamasaydım, önceliğim farklı olacaktı. Yetişemeyeceğim bir durumda ilk olarak Raiton no Yori’yi o da olmazsa Raijin no Jutsu'yu uygulacak ve ardından uzun saçlının arkasına geçecektim. Bu eylemlerin dizisini gerçekleştiremediğim durumdaysa yapacağım şey; kılıcımı elime aldığım gibi hızımın en üst noktasıyla uzun saçlının arkasına geçmek ve kılıcım ile onu deşmek olacaktı.
Tabii bu senaryo köylülerin bize saldırmaya karar verdiği durumda geçerliydi. Ola ki bir hareket yapmazlar ve pirinci almamıza izin verirlerse bu tarz bir aksiyona şimdilik girmeyecektim. Bunun dışında uzun saçlıya saldırdığım herhangi bir durumda, bu eylem esnasında gözlerimi dört açmış olacak ve pür dikkat kesilecektim. Köylüler tarafından aptalca bir şekilde saldırıya uğramak istemiyordum. Diğer taraftan şartlar sağlanmış, fakat uzun saçlıya saldıracak bir pozisyona girememişsem, hedefim kel olacaktı. Kele saldırsaydım da aynı yönergeyi izleyecek ve olası başka bir saldırıya karşı gözlerimi yine dört açacaktım.