Ishigakureli shinobilerin saldırısı ve Riaru’nun adamlarının savunmasından ibaret bu savaşın kanlı bir cephesini tarihe not düşmek istercesine kaydeden hissiz bir adam edasıyla izliyordum sadece. Metallerin çarpışma sesleri, shinobilerin doğaüstü güçlerini sergiledikleri haykırışları, vücutları paramparça olan insanların acı çığlıkları ve bu vücutları paramparça edenlerin özgüven bağırtıları arasında, aslında insanların ne yaptığını bile bilmeden girdikleri bu savaşı acıyarak izliyordum. Bir daha savaşılmaması adına yapılan onca savaşın boşa gidişini su kadar berrak bir şekilde ortaya koyan bu tablo karşısında, içimdeki burukluğu engellemekte güçlük çekmeye başlıyordum. Bu adamların kim olduğu ve ne yaptıkları değildi önemli olan. Her bir eylemin bir arka planı vardı elbette, ancak bu arka planda nelerin döndüğünü hiçbiri anlayamıyordu. Belli kurallar ve birkaç sözcükle, buradaki insanların birbirlerini biçiyordu vahşice. Karşısındaki insanların gerçekten masum olup olmadıklarını bilmeden ve bunu sorgulamaya bile gerek duymadan savrulan kılıçlar, sadece karşılarında olduğu için alıyordu canları. Yitip giden bedenlerin masumiyetini kimse sorgulamıyordu, düşünmüyordu ve belki de düşünmeye tenezzül dahi etmiyordu. Aslında aklımı kemiren tüm soruların ve verdiğim tüm mücadelenin nedeni, insanın bu gelişmemiş davranışlarından ibaretti. Sorgulamayan ve kendine dayatılanlarla yetinen insanların yarattığı bu hayali barış dünyasının çarpıklığını gözler önüne seren bu savaş, haklılığımı tescil ediyordu hiç istemesem de. Haksız olmaya, hatalı tarafta yer almaya razı olan benliğim, gözlerimin önünde kutsanıyordu her bir kesilen boğazla.
Bu manzaraya daha fazla şahit olmamak ve olası bir kaza kurşununun hedefi olmamak maksadıyla, bulunduğum noktadan ayrılarak insanları kendi vahşi kanında boğulmaya terk ederken, düşüncelerim de daha net bir hal almaya başlıyordu. Shiri ile ayrıldığımız anda, bir kez daha denk gelmeye sözleşmiş olsak da, ikimiz de bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği noktasında emin olamamıştık. Sırf bu yüzden, ayrılırken tekrar buluşmayı değil, basitçe denk gelmeyi hedeflemiştik. O kendi yolunda, ortak düşündüğümüz doğruları gerçekleştirmek adına yürürken, ben de bu gerçeklere kendi adımlarımla ulaşacaktım. Ancak istemeden şahit olduğum savaş, hem adımlarımı daha sağlam atmama hem de zihnimde ufak bir dalgalanmaya neden olmuştu.
Adımlarımın beni, içine girebileceğim ve beni kabul edecek bir köyü bulmaya ve sonrasında da bu köyde bir şekilde başa geçebilmeye yönlendiriyordu. Bunun zor bir yol olduğunu biliyordum ancak artık somut adımları atmanın zamanı gelmişti. Yağmur Ülkesi’ndeki Ishigakurelilerin varlığı, karmaşanın ne denli büyük boyutlara ulaştığını bana net bir şekilde gösteriyordu. Bu yüzden de ufak ufak da olsa artık bir yerden başlamam gerekiyordu nihai emelimi gerçekleştirebilmek için. Bunun yolu da, küçük de olsa bir köyü ele geçirmekten geçiyordu. Baskı ve zulümden uzak, aklımda beliren değer yargılarını yansıtan bir köye dönüştürmek için ve en önemlisi, bu yolda ne istediğimi tüm dünyaya haykırabilmek için bunu yapmam gerekiyordu. Ancak sıkıntı da bu noktada baş gösteriyordu. Zira beni korkutan bir köyü ele geçirebilmek değil, bu köyü adaletli bir şekilde yönetebilmekti.
Bir köy nasıl yönetilirdi, bunu bilmiyordum. Bunu kendime dürüst bir şekilde itiraf edebiliyordum. İçinde bulunduğumuz sistemlerde köylerin nasıl yönetildiğini ise kavrayabiliyordum. Zaten bu yönetim tarzı benim tüylerimi diken diken eden esas şeydi. Bunun adını koyamamak ona “şey” dememe neden olsa da, yakın vadedeki amacımı gerçekleştirdiğim vakit nasıl bir “şey” ile köyü yöneteceğim noktasında kafamda ciddi soru işaretleri bulunmaktaydı. Bu aşamada kendime bir örgüt kurmak ve bu şekilde dünyaya yayılmak gibi bir fikir de gelmiş olsa da, şu anda kendimi buna bağlayabileceğim konusunda emin değildim. Basamakları teker teker çıkmak gerekse de, birkaç adım fazladan atarak daha yükseğe konuşlanmalıydım. Bu yönetim sorunu kafamın bir kenarında durmaya devam etse de, şu andaki ilk hedefim, baş edebileceğim büyüklükte bir köyü bulmak ve bu köye kendimi bir lider olarak kabul ettirmekti. Gerisinin bir şekilde geleceğine inancım tamdı. Bu yüzden savaş alanından uzaklaşırken, bu topraklarda Amano Kagami adında birinin de olduğunu artık bilmeleri gerekiyordu.
“Hakikat sensin, Kagami-san. Ve hakikati bulmak için kendine bakmalısın. Kendine sormalısın ve kendinden öğrenmelisin. Benim aksime, senin seçim şansın var.”
Ne kadar haklı olduğunu görmek istiyorum Komaeda Togami…