Savaş alanında bile nabzımın bu denli şerbet göstermemişti. Ya da hayatımın herhangi bir noktasında, basit bir insanın ağzından çıkan sözlerin bu denli etki bıraktığını hatırlayamıyordum bile. Muhtemelen bir şekilde buradan yaşayarak çıkarsam, yüzünü bile hatırlamaktan uzak olacağım bu iki muhafız, şimdi sözcükleriyle nabzımı etkiliyordu. Bu durumu bir şekilde idare edebilsem bile, Narihira garip bir şekilde daha da kötü bir hale bürünüyordu. Bunca zamandır bir casus olarak İshigakure ve Riaru arasında köprü görevi gören bu adamın, şimdi böyle bir anda bu kadar stres haline bürünmesi ona kesinlikle yakıştırmadığım bir ruh haliydi. Onun aksine benim öyle davranmam, onunsa kontrolü ellerinde tutan rahat adam portresinde olması gerekirken hemde.
Bunun bir diğer anlamı benim için, almak istemediğim o sorumluluğu almış olmamdı. Oysa benden istenen bu değildi. Sorumluluk almak değil, tam aksine sorumluluk alan Narihira'ya destek vermem gerekiyordu. Bu insanların dilinden anlayan oydu ve onlara karşı beslediği tek şey öfke ile öldürme arzusu olan ben bu işin altından kalkabileceğimden emin değildim. Narihira, ürktüğü için Ganmaru ile karşılaşmaktan korkuyordu; fakat ben tam aksine, o metrelerce önümdeyken boğazına wakizashi'yi saplamamak için, kendime nasıl engel olabileceğimden emin olmadığım için çekiniyordum. Her şeyi berbat etmek için gereken tek şey, tutuşmaya hazır olan bu aleve kuvvetli bir kıvılcımdı sadece. Ve Ganmaru'ya öldürücü bir hamle yapma denemesinde bulunmak, fazlasıyla kuvvetli bir kıvılcımdı.
Tüm bu düşünceler kafamı kurcalarken, belki bir anlığına tüm bunlardan uzaklaşmak belki de sadece işime yarayabilecek faydalı bir şeyler bulmak için bakışlarım etrafımı kolaçan ederken tam olarak bunu bile yapamıyordum; çünkü Narihira-san gerçek anlamda sıkıntılı bir durumdaydı. Her an çığlık atarak arkasına bakmadan kaçacakmış gibi atıyordu o adımları ve dışarıdan tam anlamıyla saatli bir bomba gibi gözüküyordu.
Tek umduğum biz bu karargahı terk edip, güvenli alana ulaşana kadar patlamamasıydı.
Derin bir nefes, Narihira-san'ın mevcut durumu yüzünden gerilen vücudumu rahatlatması için ciğerlerime dolarken, muhafızı takip eden adımlarımızın bizi getirdiği yerdeki tezahüratlar, Narihira-san'a sormam gereken soruyu sormam için gereken o fırsatı sağlayacak çok güzel bir atmosferi içinde barındırıyordu. Muhafız ve Narihira-san arasındaki konuşmaya kadar orada ne olduğunu bilmesem bile, ilgimi çeken tek şey Narihira-san'a ulaşmak olduğu için umursamamıştım bile. Hatta muhafız selam vermek için yanımızdan usulca ayrılırken, bu durum için Tanrı'ya şükür bile etmeden, hızlıca Narihira'ya dönmüş ve bir süredir içimde tuttuğum o iki kelimeyi net bir şekilde sormuştum.
Aldığım cevabın ise başka bir karmaşa olması ayrı bir hayal kırıklığıydı benim için. Tüm bu görev sırasında aklı başında bir Narihira'ya ihtiyacım olmasına rağmen, o tamamen aklını kaybetmiş gibi davranıyordu. Yavaş yavaş Narihira'dan kontrollü elinde tutan o adama geri döneceğine dair umutlarım tükenirken, aklımdaki tek şey fazlasıyla popüler olan Akasuki'nin olayının ne olduğuydu ve Narihira'nın bahsettiği yem meselesinin aslıydı.
O anda ise karmaşa dolu kalabalığın yuvalarına çomak sokulmuş karınca sürüsü gibi dağılıp, Akasuki denen şahsı ortada tek başlarına bırakmalar ile en sonunda bu popülarite kaynağını çıplak gözlerim ile görebilmiştim. Ganmaru'nun bahsi geçen tasvirlerinin tam tersi olan bu kadın, asil ve güzel duruyordu. Gümüş saçları, yumuşak gözleri; ama tam tersi keskin hatları ile ortalamanın çok üstünde bir kadın profiliydi; ama bu noktada emin olamadığım şey bu kadının bu kadar popüler olmasının tek sebebinin güzelliği olup olmadığıydı. Eğer bizzat Ganmaru tarafından eğitilmişse aynı zamanda güçlü olmalıydı; fakat asıl garip olan şey, alın bandıydı.
Neden bir alın bandı vardı? Tam olarak bu grupta rolü neydi?
Tüm sorular ve meraklar tek bir görüntü ile silinip atılınca, asıl önemli şeyin ne olduğunu bir kez daha hatırladım Ganmaru gözlerimin mesafesine girince. Korku, endişe ve en çokta öfkenin kaynaklık yaptığı öldürme arzusu çok kısa bir süreliğine vücudumu ele geçirirken, kendimden çok Narihira'ya dikkat etmem gerektiğinin farkında olarak bu ruh halinden çabucak sıyrılmıştım.
O yüzündeki çarpık gülümsemeyi her ne kadar silip atmak istesemde, bu adamı canlı canlı görmek onun bir canavar olduğunu anlamak için yeterli olmuştu. Ganmaru... Butsou, Kazuo ve Usagi-san'ın tüm çabaları ile savaş alanında durduğu ve Kageyasu-san'ın son darbeyi öldürücü bir şekilde geçirdiği bu adam, yaşıyordu. Bu nasıl olabilirdi, bilmiyordum; ama bir şeyden emindim, bu adam son derece canlı ve güçlü gözüküyordu. Öyle ki, tüm ağırlığı ile yanındaki o iki herifi bile ezip geçiyordu. Kim bilir, belki bir noktaya kadar güçlü sayılabilecek bu herifler, bu her yeri yara beli dolu adamın yanında bir gölgeden farksız gözükmüyordu.
İki kardeşin selamlaşması izlenirken herkes tarafından, benim dikkatim Ganmaru'nun vücudunu sarmış o yaralara kaymıştı. Belki cevap burada saklıydı... Bunca yaraya rağmen ölmemiş bir vücudu, belki de yaralayarak öldüremezdin. Bir yılan gibi, onunda kafasını kesmemiz gerekiyordu belki de.
Vücudunu bir harita gibi inceleyen gözlerim, Ganmaru'nun bizleri sorması ile usulca uzaklaşıp, farklı bir noktaya kayarken, bizi işaret eden adamla birlikte bize dönen o yırtıcı bakışlar ile kesişmek sandığımdan çok daha zor olmuştu; ama olabildiğince güçlü durmaya başlamış, onu bir düşman olarak algılamaktan ziyade, bir yoldaş olarak görmeye zorlamıştım kendimi. Bir noktaya kadar işe yaramış olsa da, Narihira kesinlikle sıkıntı olmaya devam ediyordu. Bu bir kaç saniyelik an, defalarca kez bu herifin nasıl ölmediğini sorgulayan zihnim için saatlerce sürmüş gibi olurken, o güçlü ses tonuyla bize bağırdığında, Narihira-san hışımla ilerlemesine olabildiğince en çabuk şekilde tepki verip, peşine takılmıştım. Hoş komut bekleyen bir evcil hayvan gibi, bir anda harekete geçen Narihira-san'ın her türlü bir kaç adım arkasında kalmıştım; ama asıl mesele, bu herifin yakından çok daha korkutucu görünmesiydi. Arada bir metreden az bir mesafe varken, hızlı ve net bir hamle boğazına ulaşabileceğim fikri arsız bir çocuk gibi zihnimde dolanıyordu.
O fikre uymamak ise temennimdi. Tek düşünmem gereken şey, bu kadar yakın bir mesafedeyken Narihira-san'ın bir pot kırmaması olmalıydı.
Selamlaşma faslı çok kısa; ama selamlaşma faslının ardından gelen o gözler tarafından taranma işlemi oldukça uzun sürmüştü sanki. Kalp atışlarım hızlanırken, yaptığım en iyi şeyi yapıp bu durumu yüzüme ve vücuduma yansıtmamak için uğraşmak ilk defa zor gelmişti bana; ama en sonunda o bakışlar yerini sözlere bıraktığında, kısa bir rahatlama vücudumu ele geçirmişti. Yosu dedikleri adam bile kim tam olarak bilmezken, Ganmaru'nun sözlerinden hoşnut olmadığı şeylerin olduğunu anlamak zor değildi. Narihira ise karşı tarafı rencide etmeden, Yosu-san'ı koruyan sadık adam rolünde gibi gözüküyordu. Peki ben? Ben neydim? Benim bu sikik yerde, rolüm neydi? Bilmiyordum.
Tam bu anda ise Ganmaru bana yönelmişti. Göz bebeklerim sorduğu soruyla birlikte gözlerinin içine kitlenirken, Narihira-san'ın aksine bir çekingenlik belirtisi göstermek gibi bir niyetim yoktu. Basit bir soru sormuştu. Aslında onun sözlerine katılıp katılmadığımı öğrenmek istiyordu. Çok düşünmedim ama konuşmadan önce kısa bir an, Ganmaru'nun gözlerinin içine rahatça bakan bakışlarım ilgisizlik pırıltısı ile doluyken, Ganmaru'ya kıyasla çok daha yumuşak bir aura ile bana bakan Akasuki'ye kaydı. Bu bakışma belki bir saniye, belki de bir saniyeden daha az sürdükten sonra: "Bu soruya cevap vermek benim haddimi aşar Ganmaru-sama; ama ben de benzer bir fikirle Yosu-sama'nın sadece Efendi Riaru'nun iradesini taşıyan emirleri yerine getirdiğini düşünüyorum." dedim sakin ve kendimden emin bir tonda. Saldırgan bir tutum sergilemedim; ama bu noktada Ganmaru'nun bu davranışı ile sadece Yosu denen adama değil, aynı zamanda Riaru'nun emirlerine de karşı çıktığını dolaylı yoldan belirtmek istedim.
Bu iki şekilde sonuçlanabilirdi. Ya bu dengesiz adam adamlarının önünde Riaru'nun iradesini karşı çıkmayı bırakır ve biraz yumuşardı ya da dahada sinirlenirdi.