Kaçak yaşantısının bana sağladığı en büyük avantaj ve yer yer dezavantaj, herkesten ve her şeyden kuşku duymamı sağlamasıydı. Hoş, kaçak hayatımın öncesinde de kuşkularım hep zihnimi kemiriyordu ve hatta yasaklı topraklara bile umarsızca girip çıkıyordu. Buna dair duyduğum haz ise, yolum ta Izena’ya kadar düşmesine neden olmuştu, Ishigakure’deki sıcak evimde oturup, güzel Ishichou’muzun emirlerini yerine getirmek yerine. Belki de yüzümü görse tanımayacak bir kadını hala anıyor olmam, ideallerime neden hala ulaşamadığım en basit şekliyle ortaya koysa da, geçmişime sahip çıkmam gerektiği yönünde düşüncelerim sarıldığım tek daldı. Belki doğru belki yanlış… Bunu zaman gösterecekti.
Kuşkularımın yöneldiği Maguro-san’dan aldığım his, aslında dezavantaj kısmının bir getirisiydi. Maguro-san’a baktığımda, hissettiklerim düşündüklerimden daha farklı ve olumluydu. Bu aslında güzel bir şeydi, en azından bu anda kötü karakter ben de olsam, insanların az da olsa güven duyduğunu hissetmek hoş bir duyguydu. Özlenesi ve cezbedici… Bu andan sonra biraz daha güven dolu mu olmalıydım yoksa hislerimi yaşatmayı sürdürmeli miydim? Bunu da zaman denilen algıya bırakmak dışında bir seçenek göremiyordum.
Maguro-san’ın dinlemeye başladığımda ise, olayların iyiye gidiyor olduğunu duymak gayet güzeldi. Ancak konuşmanın en can alıcı kısmı, aranan yağın bulunmuş olması değil, bulunma şekliydi kuşkusuz. Amegakure’ye hala sadık olan bu kasabanın Amegakure’ye ait bir depoya girmesi, son derece cüretkar bir adımdı. Her ne kadar Amegakure’nin kendilerini terk ettikleri gerçeğiyle yüzleşmekte güçlük çekseler de, bu cüretkar adımın geri dönüşünün olacağını umuyordum. Kaldı ki, bir şekilde her şeyin üstesinden gelmemiz halinde Amegakure’nin burada olup bitenden bir şekilde haberdar olacağı ve tekrar kasabaya gelecek olması zihnimde oldukça yüksek orana sahip bir ihtimal olarak dursa da, bu sonraki zamanlarda, en azından “mutlu sona” ulaştığımız anlarda düşünülmesi gereken bir mevzuydu. Daha henüz orada değildik, zaman vardı.
Heyecanı ortada olan Maguro-san’ın isteği karşısında, yarım günlük bir yerleşkeye gitmek benim adıma mesele değildi. Ancak yine de, durmayan zihnimi dizginlemekte güçlük çekiyordum. Bu yüzden Maguro-san’ın söylediklerini bir kez daha hızlıca kafamdan geçirmemin ardından “Elbette Maguro-san, yolu tarif etmen yeterli.” dedikten sonra hafif bir es vererek “Bahsettiğin yerde tarlalar var demiştin. Bu tarlaların sahibi belli mi? En azından nüfuslu insanlar mı yoksa gündelik geçimlerini sağlayan kişilerden ibaret mi? Aksi bir durum olması halinde tavrımı belirlemek adına bunu soruyorum.” diyecektim. Ancak esas soruyu ve benim adıma daha önemli olan meseleyi sona saklayacaktım. Konuşmamın bölünmemesi ve Maguro-san’ın konuşmasının da bir bütün halinde kalması için cümlelerimin hemen ardından “Ah, bir de Maguro-san…” diyerek tekrar konuşmaya başlayacaktım. Bu aşamanın ardından, soracağım sorudan sonra Maguro-san’ın tavırlarını anlayabilmek için bakışlarımı normal bir konuşmanın içerisinde anlaşılmayacak derece keskinleştirecek ve “Oraya hangi sıfatla gideceğim?” diye soracaktım.
Kuşkularımın yöneldiği Maguro-san’dan aldığım his, aslında dezavantaj kısmının bir getirisiydi. Maguro-san’a baktığımda, hissettiklerim düşündüklerimden daha farklı ve olumluydu. Bu aslında güzel bir şeydi, en azından bu anda kötü karakter ben de olsam, insanların az da olsa güven duyduğunu hissetmek hoş bir duyguydu. Özlenesi ve cezbedici… Bu andan sonra biraz daha güven dolu mu olmalıydım yoksa hislerimi yaşatmayı sürdürmeli miydim? Bunu da zaman denilen algıya bırakmak dışında bir seçenek göremiyordum.
Maguro-san’ın dinlemeye başladığımda ise, olayların iyiye gidiyor olduğunu duymak gayet güzeldi. Ancak konuşmanın en can alıcı kısmı, aranan yağın bulunmuş olması değil, bulunma şekliydi kuşkusuz. Amegakure’ye hala sadık olan bu kasabanın Amegakure’ye ait bir depoya girmesi, son derece cüretkar bir adımdı. Her ne kadar Amegakure’nin kendilerini terk ettikleri gerçeğiyle yüzleşmekte güçlük çekseler de, bu cüretkar adımın geri dönüşünün olacağını umuyordum. Kaldı ki, bir şekilde her şeyin üstesinden gelmemiz halinde Amegakure’nin burada olup bitenden bir şekilde haberdar olacağı ve tekrar kasabaya gelecek olması zihnimde oldukça yüksek orana sahip bir ihtimal olarak dursa da, bu sonraki zamanlarda, en azından “mutlu sona” ulaştığımız anlarda düşünülmesi gereken bir mevzuydu. Daha henüz orada değildik, zaman vardı.
Heyecanı ortada olan Maguro-san’ın isteği karşısında, yarım günlük bir yerleşkeye gitmek benim adıma mesele değildi. Ancak yine de, durmayan zihnimi dizginlemekte güçlük çekiyordum. Bu yüzden Maguro-san’ın söylediklerini bir kez daha hızlıca kafamdan geçirmemin ardından “Elbette Maguro-san, yolu tarif etmen yeterli.” dedikten sonra hafif bir es vererek “Bahsettiğin yerde tarlalar var demiştin. Bu tarlaların sahibi belli mi? En azından nüfuslu insanlar mı yoksa gündelik geçimlerini sağlayan kişilerden ibaret mi? Aksi bir durum olması halinde tavrımı belirlemek adına bunu soruyorum.” diyecektim. Ancak esas soruyu ve benim adıma daha önemli olan meseleyi sona saklayacaktım. Konuşmamın bölünmemesi ve Maguro-san’ın konuşmasının da bir bütün halinde kalması için cümlelerimin hemen ardından “Ah, bir de Maguro-san…” diyerek tekrar konuşmaya başlayacaktım. Bu aşamanın ardından, soracağım sorudan sonra Maguro-san’ın tavırlarını anlayabilmek için bakışlarımı normal bir konuşmanın içerisinde anlaşılmayacak derece keskinleştirecek ve “Oraya hangi sıfatla gideceğim?” diye soracaktım.