Yaşlı kadınla olan mücadelem, tahmin ettiğim gibi zorlu geçmişti. Tüm ihtiyaçlarına rağmen kasaba halkının gösterdiği tevazu, insanı gerçekten hayretlere düşürecek boyuttaydı. Izena, bir şekilde yok olmak üzere olan ve üzerinde ölü toprağı bulunan bir yerdi. Bu nedenle kasaba halkının erzak ve para ihtiyacı oldukça fazlaydı. Her ne kadar kasabada yaşam temel gereksinimlerle sınırlanmış olsa da, karşılaştığım manzara bunlardan daha fazla olması gerektiğini söylüyordu. Burada geçirdiğim süre zarfında, bir nebze de olsa tarafımı kabullenmiş insanlara henüz bir şey sunamamış olmak içimi acıtıyordu. Bu konuda Maguro-san’a teklifler sunmuş olsam da, şimdilik beklemek dışında bir şey yapamıyordum. Beklemek ise, bir shinobi ve her şeyden öte bir insan olarak beni en fazla yoran eylemdi. Basit bir mekanizmayı bile çözemeyen biri olarak, en azından yeteneklerimle bu kasabaya bir şeyler katmayı arzuluyordum. Sebepsiz veya yersiz sebeplerimle yürüdüğüm bu yolda, karşılaştığım ilk engele bodoslama girmiş olsam da, henüz pes etmeye niyetim yoktu. Eğer bir ideali realiteye devşirmekse niyetim, bunun için ciddi somut adımlar atmam gerekiyordu. Bunun basit bir shinobi dünyasının köhneliği olmadığına kendimi ikna etmiş olsam da, arzumun kelimelere dökülmesi ve anlaşılması çok da kolay olmayacaktı.
Dükkandan tok bir karınla ve güzel bir ağır tadıyla ayrılmamın ardından, ideallerime dönük zihnimle hedefime doğru adımlamaya başlamıştım. Aklım kendi içinde derin bir söyleşiye sürüklenmişse de, bakışlarım halen etrafta gördüğüm nadir insanlardaydı. Artık kabullenilmeye başlamış bir yabancı statüsünde olduğumu daha iyi anlayabiliyordum ve bu da içten içe arzumu kamçılıyordu. Peki ya arzum neydi? Neden Izena’daydım? Niçin bu kasabanın farklı olduğunu düşünüyordum? Bunlar uzun bir sohbet konusu olsa da, doğduğum topraklardan buraya kadar yaptığım yolculuk bana yeteri kadar argüman vermişti…
İlk olarak, shinobi dünyası heybetli bir görüntünün altında birkaç başın arzusundan ibaretti. Kulağa klişe gibi gelen bu tabirin altını doldurmak beklenenden daha zordu aslında. Herhangi bir kaçak shinobi bile bir yöneticinin altında olmanın kaçak olmak için yeterli olduğunu söyleyebilirdi. Ancak benim sözlüğümdeki anlamı daha farklıydı… Bunun için geçmişimde karşılaştığım biriyle yaptığım konuşmayı anlamak gerekiyordu. O günü, Togami-san’ın akıbetini araştırmak için görevlendirildiğimde yaşananları bilmek gerekiyordu… Amami-san ve Goku-san’ın cansız bedenleri ardımda bırakıp, Togami’yle karşılaştığımda söylediği tek bir sözdü anlamın gizi… “Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz Kagami-san. Algıladığımız dünya yalnızca bizden ibaret. Senin için dünya sensin; doğru sensin ve yanlış da… Hakikat de sensin, Kagami-san.”
Bu zamana değin hakikati görmek için kendime bakmıştım… Tek başıma yürürken, Shiri ile dolanırken ve Izena’ya varırken… Her bir karşılaştığım yüzde hakikatin varlığını arayıp durmuştum. Ancak elde edebildiğim tek şey, tıpkı Togami-san’ın da söylediği gibi hakikatin aslımdan ibaret olduğuydu. Bu durumda, hakikat nasıl olur da bu dünyayı daha iyi yapabilirdi ki? Eğer hakikat ben isem, benim doğrularım ile dünyanın doğruları birbirine zıt düştüğünde, olması gereken hangisiydi? İşte bu denklemin çözümüydü kilit ve elimde tuttuğum anahtar ile bu kilidi açmaya çalışıyordum. Hakikatin dünyanın varlığıyla çelişmemesi ve dünyanın daha iyi bir yer olması için sıfır noktasında olmak zorunluydu. Hiçbir fizik kanunundan veya bilindik teorilerden etkilenmemesi gerekiyordu sıfır noktasının. Hakikatin bir insanda olması durumunda ise, bu duygusuzluk anlamını taşıyordu. Bir insanı var eden düşünceleri ve duygularıydı… Kalp ve zihin… Beden ve vücut… Birçok felsefe farklı farklı betimlemelerde ve izahta bulunmuş ise de, insan sadece bundan ibaretti. İnsandan zihni ayırmak, ahmaklıkla yoldaş olmaktan öte bir şey değildi. Bu sebeple, hakikatin zihinle var olduğunu hiçbir üst akıl inkar edemezdi. Hakikati var eden zihin, yoğuran ise duygulardı. Ve işte bu duygular, hakikatin çerçevesini çiziyor, çehresini değiştiriyordu. Oysa özünde zihinle var olan hakikat, herhangi bir dış müdahaleden uzak da kalmalıydı. Zihni bertaraf edecek her türlü oluştan uzaklaşmak esas gaye olmalıydı. İşte bu düzende de olması gereken, dünyaya duygusuz bir bakış açısıyla yaklaşıp yaşananları zihnen temiz bir şekilde anlamaktan ibaretti. Gerçeği, hiçbir süzgeçten geçirmemek de denebilirdi, tam doğru bir anlatım olmasa da…
Tüm bu hadise ise, öyle alelade bir başkaldırı ile olabilecek türden değildi. Nitekim, bir insanın duygularını bastırması veya hissetmemesi şeklinde cereyan edecek bir hadiseden bahsetmiyordum bile. Zira duygusuzluk dahi, aslında duygunun varlığını gösteriyordu. Benim zihnimdeki duygusuzluk ve hakikate uzanış, duygunun ta kendisi olmaktan ibaretti… Duygulara dönüşen bir benlikle hakikati insanlara çekilmemiş perdelerin ardından, tüm canlılığıyla gösterebilirdim.
Tüm bunların ne denli anlaşılır ve itibar görür nitelikte olduğundan emin değildim, belki de hiç olamayacaktım. Ancak dünyanın duygusu haline ulaştığımda, herkesin ne demek istediğimi, ne için mücadele ettiğimi çok iyi anlayacağını düşünüyordum. Bu uğurda, lanetli bir adam olarak anılacaktım, belki de gerçek kötü diyeceklerdi hakkımda… Ancak o gün geldiğinde, hissedecekleri tek şey, mutlak hakikat olacaktı. Kime ve neye göre değişmeyen hakikat, her bir bünyeye aynı şekilde nüfuz edecekti. Birçok kalp kıracak, birçok acıya neden olacak ve belki de birçok cana kıyacaktım… Bunların hepsine kendimi çoktan hazırlamıştım. Izena da bu yolun başlangıcı olmak için ideal bir noktaydı, zira bu kasabadan hakikat alınıp götürülmüştü. Halk, yoksunluğa ve yoksulluğa itilmiş, ümitsizlik duygusu her bir bireyin sarmalamıştı. Oysa, ümitsizliğin altında yatanlar çok da güçlüydü. Bunu Maguro-san’a da ifade etmeye çalışsam da, bir şekilde ya bunu becerememiştim ya da anlamak istememişti. Ancak atılacak adımlar ve cevaplanacak sorular ile çözülecek sorunlar vardı. İlk iş, bunların üstesinden gelebilmekti.
Adımlarım düşüncelerimin yaverliğinde beni Tatsu-san’ın dükkanına çıkarmıştı çoktan. Yüzüme yerleşen kararlılığımı sembolize eden hafif tebessüm, bıraktığım gibi bulduğum dükkanın camından yansıyordu. Birkaç saniye, sessizce ve düşüncesizce tebessümüme bakakalmıştım. Adeta kendimi teyit ediyor, kendimi kutsuyordum çıktığım yolda. Dükkana girdiğim ise, yüzümdeki tebessümü daha sevecen ve insancıl bir boyuta çekmiştim. Tatsu-san’ın hafif çatık kaşları, bu kasabaya tanıdık gelen simamla çakıştığında, bir süre anımsamak için beklemişti Tatsu-san. Yüzüne rahat bir ifade yayıldığında ise ben de tebessümümü daha büyüterek bir hoş bulduk kisvesine çevirmeye başlamıştım. Başımla karşıladığım selamın ardından dükkanın içine şöyle bir göz attıktan sonra “Geçerken bir halini hatrını sorayım demiştim Tatsu-san.” dedikten sonra içeri girdiğim zamanki dalgın haline atıfta bulunarak “En son görüştüğümüzde daha rahat bir haldeydin. Yeni bir sıkıntı mı var?” diye soracaktım, hafif çekinerek. Kasabanın genel sorunların kabataslak biliyor ve kasaba için tanıdık bir sima olarak var olmuş olsam da, insanların sorunları üzerine doğrudan bir konuşma yapmanın ne denli uygun kaçacağını tam kestiremiyordum. Bu nedenle sesimdeki samimiyeti korurken, çekingenliği de açıkça ortaya koymakta bir beis görmüyordum. Sessizce söz sırasını Tatsu-san’a emanet ederken, bakışlarımı da yüz hatlarına sabitleyerek herhangi bir kaçamak cevabı olup olmayacağını teyit etmeye çalışacaktım.