Tek bir niyetim vardı... Oda daha fazla kişinin ölmesini engellemek. Savaşa giden bir yolun henüz başında, ağır bir saldırıya maruz kalmıştık. Bir kişiyi kaybetmiş ve diğerlerini korumanın ne kadar zor olduğunu, bu oldukça uzunmuş gibi gözüken kısacık süreçte anlamıştım. Aslında bunu diğerlerinin de anladığına emindim; ama tek anlamayan Chisa-san gibi gözüküyordu, belki de o içindeki saflığın güzel niyetleri, gördüğü şeyi görmemesini sağlıyordu. Normal şartlarda ya da şuan ki gibi, her bir nefesin içine sığdırdığımız saniyelerin bile önemli olduğu bu tarz anlarda, doğru olan Chisa-san'ın söyledikleriydi. Ölüp ölmediğinden emin olmadığımız takım arkadaşımızı aramalı, gerekirse hepimiz ölmeyi göze almalıydık. Kimsenin bu konuda bir itirazı olacağını sanmıyordum. Benim yanımdaymış gibi gözüken Chiyumi ve Heizo bile eminim bundan şüphe duymazdı; ama bu, bizi aşan bir şeydi. Vereceğimiz kararlar, sadece kendi canlarımız ile kısıtlı değildi. Koca bir savaş alanını etkileyebilme potansiyeli gerçekten de vardı ve bu da binlerce cana tekabül ediyordu. Ama beni asıl korkutan bu değildi. Burada feda edilen canların acısını, İshigakure'de ki o taştan evlerinde dört gözle geri dönmemizi bekleyen insanların çekmesiydi. Belki benim düşünce tarzım fazla genişti ama yıllar önce yaşadıklarım ve gene yakın bir tarihte deneyimlediğim acı şeyler, beni bu şekilde düşünmeye itiyordu. Bu noktada canımı bile feda ederken, bunu kendi bakış açımla değil, bu tarz bir geniş bakış açısıyla yapmalıydım. Gerekirse bu canı feda edebilirdim ama bu feda edişim, İshigakure'ye bir zarar olacaksa kesinlikle feda etmezdim.
Chisa-san'a göre düşüncelerim iğrenç, yaptığım hareket ise bir canı feda etmekti. Belki de haklıydı ama ben bir canı feda ettiğimi düşünmüyordum. Çok küçük bir ihtimal de olsa, o adam yaşıyorsa bile şu an çoktan ölmüş ya da böyle devasa bir alanı bir oyuncağı hareket ettiriyormuş gibi kontrol eden adamların eline düşmüştü. Bu noktada tek arzum, gerçekçi olmaktı. Küçük bir çocuk ellerimde öldüğünde, güçsüz ve fazla kördüm; ama şimdi, bunu yapamazdım. Güçlü olmalıydım, gerekirse bunca insanın gözünde Kakashi-san'ın tabiri ile bir çöpten ötesi gibi gözükmeliydim. Bu önemli değildi, önemli olan şey benim nasıl gözüktüğümden çok, benim nasıl hissettiğimdi.
Ama gene de, içimden Chisa-san'ın haksız olmasını umuyordum. Çünkü gerimde ağır yaralı olsa bile hâlâ nefes alan birini bırakmak, kesinlikle bana zevk veren bir şey olmayacaktı. Tek üzüldüğüm şey, aramızda onu bulacak marifetlere sahip bir Shinobi'nin olmamasıydı. Açık konuşmak gerekirse eğer bu tarz yeteneklere sahip birisi olsaydı, ne olursa olsun onu aramayı ben de deneyebilirdim ama her şey lehimizeyken, maalesef gerçekçi olmak zorundaydım. Chisa-san ve belki de buradaki herkes ömrü hayatı boyunca benden nefret edecekti; ama eğer ben onların nefes aldığını bilirsem, bu onların nefretine karşın ben de bir huzur uyandıracaktı.
Chisa-san'ın sert düşüncelerine karşı, yüz ifadem hâlâ sakin ve gözlerim bir duygudan uzak bir şekilde soğukluğunu korumaktaydı. Ne bir öfke, ne bir hüzün ve ne de bir alaylama... Hoş, zaten son derece iyi anladığım ve bu davranışına hak verdiğim birini nasıl alaya alabilirdim ki?
Düşünceler, ipini koparmış bir hayvan sürüsü gibi, zihnimde koşuştururken, Hiroyuki-san'ın güçlü ses tonu kulaklarıma doldu. Sakin ifadem, soğuk bakışlarımın eşliğinde onun olduğu yere kayarken, sözlerini aynı şekilde dinledim. Bu noktada, onun doğru bir tepki verdiğini düşünüyordum.
Bu uyarıcı tonla birlikte, insanlar düşüncelerimi oylamaya başladıklarında, bunu mecburen yaptıklarını hissediyordum. Mutlu değillerdi ki, doğru olan buydu. Ben bile mutlu değildim düşüncelerimin çoğunluk tarafından kabul edilmesine, onlar nasıl olacaktı ki? Göz ucuyla Chisa-san'a kısa bir an baktım. Kötü bir niyet olmaksızın, sadece onun bu karardan sonra iyi olduğundan emin olmak için... Nasıl iyi olacaktı ki? Bu da ayrı bir soru işaretiydi. Kafamı bu soru işaretlerinden arındırıp, sadece ilerlemeye başladığımda ise yumruklarımı sıkıyordum sadece.
İlerleyişimiz en sonunda hız kazandığında, aslında tam olarak ilerlemek için çok az vaktimiz kaldığını zeminin vasatlığından görebiliyordum. Bu noktada Hiroyuki-san'ın yaptığı hareketinin kritik bir hareket olduğunu bir kez daha kabul etmek mecburiyetinde kalmıştım istemsizce. Bir müddet sessizlik ile ilerledikten sonra, en sonunda Chiyumi-san'ın sesini duyduğumda dikkatimi ona verdim. Haritadan edindiği bilgileri bize aktarırken, az çok söylediklerinden bizi neyin beklediğini kafamda canlandırabiliyordum ve zaten çok değil dakikalar sonra anlattığı yere varmıştık. Tırmanması zor, oldukça dik gözüken iki sarp tepenin arasında, Chiyumi-san'ın anlattıklarına fazlasıyla uyumlu bir yerde, istemsizce burada otlanan hayvanlar gibi hissediyordum.
Derin bir nefes alırken, alanı herkesten önce izlemeyi bırakıp, önce göz ucuyla Chiyumi'ye, ardından Hiroyuki-san'a bakacaktım."Yağmurun hain gibi üzerimize yağması gerekiyordu Hiroyuki-san ve Chiyumi-san... Ama bir süredir yağmıyor, belki de biz yanlış bilgilendirildik." diyecektim. Bu sözlerin bir anda söylememin onlarda bir şey uyandıracağını sanmıyordum ama biraz sonra yapacağım hareket karşısında fevri bir hareket yapmamalarına neden olacağını düşünüyordum. Göz ucuyla Heizo'ya bakarken samimi bir bakışla yanına yaklaşacak ve boştaki elimi omzuna atarken, "İyi olmana sevindim. Kusura bakma o karmaşa da, fazla odaklanamadım sana." diyecektim sakin bir tonda... Gözlerini bana çevirmeye yeltendiği anda ise olabildiğince seri bir şekilde boğazını dirseğimin iç kısmına sıkıştırıp, arkasına geçerek kitleyecek ve ekipman çantamdan aldığım bir Kunai'yi boğazına dayayacaktım. Bu noktada herkesin aklında bir şüphe uyandıracağıma emindim, ama kendi kalbimdeki şüpheyi söndürmem gerekiyordu. "Açık konuşmak gerekirse, bir anda ortaya çıkan birine neden bu kadar güvendiğimizi bir türlü anlayamadım. En başından beri şüphem vardı; ama dillendirmeye dilim varmıyordu. Üç saniye içerisinde ya hain olduğu itiraf edersin ya da bana hain olmadığını kanıtlarsın. İlkini yaparsan yaşarsın, ikincisini denemeye kalkıp bir de tökezlersen ölürsün. En başından beri yakın durduğun Chisa-san bile seni kurtaramaz, saymaya başlıyorum." diye konuşmamı sonlandırırken, ne kadar ciddi olduğumu göstermek için de Kunai'nin sivri ucunu boğazında bir kanama oluşturacak şekilde hafif bir baskı ile teniyle buluşturacak ve saymaya başlayacaktım. Belki bir paranoyak idim; ama içimde bir kuşku kalacağına, bu kuşkuyu yok etmek en azından sonraki anlarda daha rahat etmeme sebep olacaktı.