Kendi kendime düşünüyordum sürekli. Yapmak istediğim şeyleri, yapacak cesareti bulamayışımı özellikle. Fikirlerimi uygulamaya koyacak azim ve kararlılık, sanki bunlardan yoksundum. Sanki ben, tam bir insan değildim. Parçalarla dolu ama tamamlanmamış.
Derin bir soluk aldım. Düşündüm yine. Üzgün ve mutsuzdum. Yapmak istediğim şeyi yaptığımı düşünüyordum oysaki. Gerçekten yapmak istediğim şeyi mi yapıyordum? İçimde kopan fırtınaların gücü ve kuvveti beni hayret ettirmekten bıkmazken, sessizce tahammül ettim. Ne zamana kadar, bilmiyorum. Fakat küllerimden doğan bir anka kuşu misali, tekrardan kanatlanmalıydım. Toparlanmalıydım. Hayatıma yeni bir yön, yeni bir çizgi vermeliydim.
Sessizliğin hüküm sürdüğü bir anda, yalnız başıma, geleceği kurgularken buldum kendimi. Her zaman hayal ettiğim şeyler geldi aklıma. Nefes alıp verdim. Anlamsızca bir şekilde, bir süre nefes alıp, verişimi dinledim. Sıkıldım en sonunda. Bu seferse kafamın içinde yankılanan saatin tıngırtıları, dikkatimi çekti. En sonunda o da kayboldu. Tamamen sessizdi. Bir yerdeydim. Zamanın olmadığı bir yer. Orada yer ya da gök yoktu. Zaman ve mekân da yoktu. Sadece ben vardım. Bir başımaydım, yalnız. Ama bu, düşüncelerimin olmadığı anlamına gelmiyordu.
Hiçliğin tam orta yerinde, düşüncelerimin arasında yüzdüm. Düşüncelerim bir nehirdi ve ben de bir balık. Bir yere gidiyordum. Gitmek istiyordum. Çünkü bu benim doğamda vardı. Sanki nesiller önce oraya gitmiştim ve geri gelmiştim. Her nesilde bunu tekrar etmiştim. İçimde yaşanan bu garip hissin tarifi zordu. Kodlarıma yazılmış olan bir şeyi başarmaya çalışıyormuş gibi hissediyordum. Doğum yerimi terk etmek, kaderimin bir numaralı vazifesiydi sanki. İçinde bulunmak istediğim yer, ufak bir nehir değil de okyanustu sanki. Ama dalgalar. Onlar çok güçlü ve sertti. Ve yoluma çıkmaktan vazgeçmiyordu.
Aşmalıydım. Işığın en küçük parçasına görme pahasına bile, akıntıya karşı yüzmeliydim. Derin ve dipsiz okyanusa gitmeliydim. Asıl yerim orasıydı. Evet, kesinlikle orasıydı. Ben ufak bir nehirdeki küçük bir balık değildim. Ben engin okyanusta, saygıdeğer güçlü bir balıktım. Bunu biliyordum. Düşüncelerim bana bu söylüyordu. Ruhum, zihnim ve bedenim. Hepsi aynı cevabı veriyordu. Peki niye hala yerimde duruyor ve bekliyordum? Neyden korkuyordum? Bu sorular, bilinmezliğin kenarında beni bekliyordu. Bu sorular, benim tamamlanmış bir insan olmamı engelliyordu. Bu sorulardan nefret ediyordum. Cevaba ihtiyacım yoktu.
Sessizliğin hükmünün bittiği anda, var olmayan mekân, sanki var olmuşçasına cam kırıkları gibi dağılmıştı. O an, ben de aynı şekilde binlerce kırık parçaya bölündüm. Ardından gelen rüzgardan sonra, o kırıklar, tuzla buz olmuştu. Daha sonra, o kırıntılardan bir şey var olmuştu. Yavaş yavaş şekli meydana gelince, o kişinin ben olduğunu anlamıştım. Artık yarım değildim. Biraz daha ufaktım, biraz daha zayıf ama tamdım. O günün gecesinde, köyü terk ettim. Kırıklarıma vuran rüzgar gibi, ben de esmiştim. Tam bir insan olarak ilk eylemim bu olmuştu. Özgürdüm, hiç olmadığım kadar. Ve sonunda, hiç bitmeyen sorularım, var olmayan yere uçmuştu.
Tüm bunlar geçmişti. Yaşanmış ve bitmişti. Ama şimdiki durumum, beni istemsiz bir şekilde geçmişe çekmişti. Aklımda yine düşüncelerin binlercesi vardı. Ve biraz da kararsızdım. Yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyordum. Fakat bir yanım, şimdi yapmak üzere olduğum şeyden korkuyordu. Daha doğrusu bu durumun etikliğini sorguluyordu. Ne kadar sorgularsam, sorgulayayım; bir gerçek vardı. Kendimi tanıyordum. Nasıl biri olduğumu biliyordum. Bu yüzden daha fazla irdelememeye karar verdim. Yürüyüşüme devam ettim öylece.
Zihnimin iki parçaya ayrılışı ve etik değerlerimi bu şekilde tartışıyor olmam aslında benim için kötü bir şey değildi. Çünkü kendisini tartışan, kendisini eleştiren bir insan olmak demekti bu. Yolumun sapmasına izin vermeyecek davranış biçimiydi. Bundan memnundum. İki ayrı zihin, iki katı fazla düşünce demek oluyordu. Olasılıkları değerlendirmek daha bir kolay oluyordu. Kendi içimde fikir ayrılıklarına düşmek kısacası benim için iyi bir şeydi. Körü körüne bir şeyin peşinde koşacak salak biri olmamı engelleyecek bir unsurdu. Ayağımı yorgana göre uzatmama sağlayan bir şeydi.
Hanın birinde işittiğim sözler nedeniyle, gelmiştim buraya. Derin Göl diye bir yerdi işte. Aslında yerin kendisi önemli değildi. Onu önemli yapan, Riaru’nun burada faaliyete geçmesiydi. Benim gelme sebebim de tam olarak buydu. Zihnimdeki çatışmaların sebebi de buydu aslında. Şimdiden biraz olumsuz başladık işe. Duyduklarım doğruysa, burada biraz bir şeyler kazanabilirdim. Belki de bir kahraman olurdum. İstemeden kitabımı yoklayıverdim, bunları düşünmekteyken. Gerçekten kahraman olabilir miydim, bilmiyorum. Ama bir şeyler denemenin kimseye zararı da olmazdı.