Buradaki anılarım, şayet kötü şeylere dönüşürse bir rüya olmasını tercih ederdim. Gözlerimi açtığım anda yok olmasını ve ne kadar çok hatırlamak istesem de hatırlayamayacağım olan bir rüya olmasını isterdim.
Karanlığın içine öylece dalıvermiştim. Bana kucak açan bir şey yoktu oysa ki. Sadece kendi amaçlarımın uğruna buralara gelmiştim. Kimseyi temsil etmiyordum. Belki kendimi? Belki de hırslarımı? Cevabı tam olarak bilmiyordum, belki ileride bilecektim. Ama şu an bunları düşünmenin çok da bir anlamı olmadığının farkındaydım.
Her ne kadar düşüncelerimin anlamsız oluşunun farkında olsam da, engel olamıyordum. Bu izbe, garip ve daha önceden hiç tatmadığım bir havaya sahip şehirde, istemsiz bir şekilde tanındık olan düşüncelerime sarılıyordum. Bu belki de kendimi koruma mekanizmamdı. Bilmiyordum. Bilmek istiyor muydum? Onu da bilmiyordum. Aslında şu an bildiğim hiçbir şey yoktu. Ama bir isteğim vardı. Üzerimde bulunan bu yabancılığın verdiği nahoş havayı atmaktı o da.
Fikirlerime ve düşüncelerime istemsizce sarılırken, ayaklarımın gösterdiği ufak ama beni rahatsız edecek kadar olan durgunluğuna karşı geldim. İlerlemeliydim. İlerlemek tek seçeneğimdi. İlerlemezsem, kaybederdim. Ya da diğer bir bakış açısıyla, kazanamazdım. Ben kazanmak istiyordum. Hayallerimi gerçeğe dönüştürmek istiyordum. Daha doğrusu, gerçekliği yazmak istiyordum. Bana ait olan, benim yorumladığım o gerçekliği. Ve bunu herkese anlatacak kadar, herkese ulaştıracak kadar gerçek ve dolu olmasını istiyordum. Çok şey istiyordum. O yüzden çok da çabalamalıydım.
Ayaklarımı zapt etmiş vaziyette ilerlerken, göğsüme yapışık olan iç cebimdeki kitabı elimle yokladım istemsizce. Bir kez daha kontrol etme gereksinimi hissettim. Oradaydı. Bana güç verdi. Rahatladım biraz. Elimi alıp, sıkmak istedim kitabımı. Ama sonrasında durdum. Ve tekrar ilerlemeye devam ettim. Düşüncelerimin kafamın içinde oluşturduğu duvarı görmezden gelerek. Yapmak da olduğum şeyin büyüklüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ne yapacaktım? Onu bile bilmiyordum. Bu yüzden kaçamak bakışlarımın ardından kendim için bir duvar ördüm. Sahte bir isim, sahte bir kişilik ve sahte bir hikaye uydurdum. Sağlamdım. Ayaklarım dirense de yer yer, hala oldukça sağlam bir şekilde yere basıyordu. Şimdilik bu yeterdi...
Zihinsel durumum biraz karışık olsa da, hiç tanımadığım bu havanın sonucu olarak oluştuğunu söyleyebilirdim. Geçici bir şeydi bence. Bu havayı, bu atmosferi yeteri kadar içime çekince ona karşı da bağışıklık kazanacaktım. Yeteri kadar burada kalırsam, ben de o havayı salabilecektim. Bu, benim de diğerleri gibi kan kokusuyla dolacağım anlamına mı geliyordu? Bunu düşününce şaşırdım. Belki de öyleydi. Fakat ne önemi vardı ki? Gerçeklerin yolundan şaşmadığım sürece. Zihnim de ufak bir karmaşa olsa da, vücudum hala eskisi gibiydi. Güçlü ve sağlam. Bir dağ gibi durmak istersem, bir dağ gibi olurdum. Bir okyanus gibi şiddetli olmak istersem, bir okyanus gibi olurdum. Şu an bedenimin bana söylediği şeyler, bunlardı. En güçlü halimde olmayabilirdim. Ama en kötü durumumda hiç değildim. Bunu biliyordum.
İlerledim, ilerledim ve daha fazla ilerledim. Kaç adım attım, saymadım. Kaç farklı şey düşündüm, onu da saymadım. Gözlerim kaç kez etrafı kolaçan etti, onu dahi saymadım. Tek yapması gereken birkaç hareketten ibaret olan bir makine gibi, o birkaç hareketi tekrar ettim. Onlarca kez, yüzlerce kez. Belki de daha fazla. Fakat her yolun bir sonu vardı. Sonu olmayan yolun varlığını daha önce hiç duymadım. Belki vardır. Kim bilir? Duymam yetmezdi belki. Ama görsem kendi gözlerimle, sonsuz olan yolu, belki de inanırdım. Belki de değil. Çok yüksek ihtimalle inanırdım. Kulaklarımın duyduğu şeyleri çok önemsemiyor olabilirdim. Ama gözlerimin gördüğü şeyleri önemserdim. Gözlerime güvenirdim. Gerçeği görmelerini istediğim gözlerim, benim yegane parçamdı çünkü.
Bu düşüncelerin içerisinden sıyrılırken, sonunda yürümekte olduğum bu yolun sonuna vardığımı fark ettim. Çevrede insanlar ve diğer bazı şeyler vardı. Gözlerim kaptan denilen kişiyi ararken, akabinde üç kişiden oluşan bir grubun farkına vardım. Verdikleri hava itibariyle, aradığım kişiler olma ihtimalinin yüksek olduğu düşüncesi içerisine girdim. Farklı gözüküyorlardı. Ve ilgi çekici duruyorlardı. Kaptan onlardan biri olmalıydı. Maskeli kadın olabilir, diye düşündüm. Büyük ihtimalle öyleydi. Nedendir bilinmez ama bana verdiği hava, yanındaki diğer ikisinden de farklıydı. Kel olan ve sopalı olan. Nasıl insanlardı bilmiyorum. İlk izlenimimi, hiçbir zaman önemsemezdim. İnsanların doğalarının ne olduğunu fark edebilmek, yetenek isteyen bir işti bence.
Çünkü insanlar, duygusal oldukları kadar mantıksal da varlıklardı. Bazen bir kurt, koyun postuna bürünüyor olabilirdi. Aslında ben de şu an öyle yapmıyor muydum? Biraz dediğim şeye benziyordu yaptığım. Biraz değil, oldukça çok. Fakat önemi yoktu. Görünüş ve verdikleri hava itibariyle, shinobi olduklarını düşündüm bir an. Büyük ihtimalle shinobilerdi. Diğer ayakçı tayfadan farkları da bu olabilirdi herhalde. Bilmiyordum. Ama temkinli olmak şarttı.
Ayaklarımın henüz hareketini kesmeden, yönümü o üç kişiye doğrultacaktım. Bir an için olsun, ayaklarımın hareketini durdurursam, bir daha kaldırmanın zor olacağı düşüncesi içerisine girmiştim nedensizce. Velakin, bunu bir tedbir olarak görmekte hiçbir sakınca görmedim. Riskler, eğer kaybedeceğin çok bir şey yoksa alınmamalıydı bence. Böyle önemsiz bir an için, kafamın içinde var olan şüpheye boyun eğemezdim. Kendimle durdurduğum yerde savaşamazdım. Savaşmamalıydım da. İçimde vereceğim savaşlar gizli, kapaklı olmalıydı. Kimsenin duyumayacağı ve kimsenin göremeyeceği, gözlerden ırak ve sakin yerlerde olmalıydı.
Adımların, üçlü grubun önüne gelip durduğu anda, avucumun içindeki armayı gösterebileceğim şekilde ortaya çıkaracaktım. Daha sonra üçünden herhangi birine de yöneltilebilirmiş gibi görünen bir ses tonuyla konuşacaktım. “Merhabalar. Kaptanı aramaktayım.”
Tabii ki bu kelimeleri kendimden emin ve tok bir şekilde iletecektim karşıya. Omuzlarım dik, duruşum sivri bir şekilde karşılarında duracaktım. Suratımda herhangi bir ifade olmaksızın.