Küçük bir çocukken tüm savaşları bitirebileceğime dair o tatlı inanç, eskisi kadar tatlı gelmiyordu artık. Ne kadar zor, ne kadar uç bir arzuya sahip olduğumu henüz yeni idrak edebiliyordum. Kimisinin annesini, kimisinin babasını, kimisinin çocuğunu veya dostunu kaybettiği bir kışa ilk girişi değildi İshigakure'nin; ama benim ilk girişim gibiydi. Sanki ilk kez şahit oluyor, ilk kez bu basıklığı ruhumun derinliklerine bir kene gibi yapışmış şekilde hissediyordum. Aslında bunun sebebini içten içe bildiğimin farkında olsam bile bunu kabullenmek beklediğimden daha zor oluyordu sadece. Bu benim ilk savaşımdı. İçinde bulunduğum ve birilerinin kanlı canlı bir şekilde öldüğüne şahit olduğum ilk savaştı; ama bunların arasında öyle bir ilk vardı ki, aslında en çarpıcı olanı oydu. Liderliğini üstlendiğim bir grubun büyük kısmı benim emrim altındayken ölmüştü, bu ilklerin en kötüsü ve en ağırıydı. Belki de tüm her şeyi ilk kez oluyormuş gibi hissetmemin de tek sebebi; çünkü bu benim sorumluluğumdu. Bu sorumluluğun önünde sebepler önemsizdi. Benim yüzümden olmuş ya da olmamış en gereksiz sığınaktı. O sorumluluğun altında, dayanabilecek hiçbir dayanak yoktu. Onlar benim emrimdeyken ölmüşlerdi. Bu gerçeğin altında tüm sebeplerin ezilebileceğini, tüm bahanelerin bir hiç olup yok olabileceğinin maalesef farkındaydım. Zaten kolaya kaçmak hiçbir zaman becerebildiğim bir şey olmamıştı. Her zaman en zoru, en ağırı ile yüzleştirmiştim kendimi. Tüm suçu Chisa'ya atarak rahatlatamamıştım kendimi, sıyrılmamıştım bu çamurdan ve kandan. Bir aptal gibi ve olması gerektiği gibi tüm çamuru ve kanı üzerimde görmeyi kabullenmiştim.
Ağırdı. Koca bir dağdan çok daha ağır bir yüktü. Bu yükün içerisinde sadece cansızlar değil, o cansızların geride bıraktığı henüz canlı insanlarda vardı; ama altında ezilip pes edebileceğim kadar değildi, sadece ağırdı. Olmasa iyi olurdu ama olması da dizlerimi titretmeyecekti. Zamanı geri alamazdım. O insanları geri getiremezdim, bundan sonra yapabileceğim tek şey adımın altına yazılmış dostlarımın sayısı kadar bir insan olmamdı. Bundan sonra o kadar insan kadar çabalayıp, koşuşturmam gerekiyordu. Artık sadece tek bir insanın sorumluluğu ile değil, onlarca insanın sorumluluğu ile yaşıyordum. Bu ağır olandı ama bu yüzden de taşınabilir olandı.
Zor olan tek şey uyumaktı. Gördüğüm kabusların çoğu alışmaktan uzak, korkunç şeylerdi. Bu yüzden uyuduğum zaman aslında tekrardan uyanıyordum bir savaşın içerisinde. Her günüm bitmiş bir savaşın kırıntılarını birleştirmekle geçerken gecelerim ise o savaşları bir kez daha yaşamakla son buluyordu.
Alışagelmiş bu döngünün aykırı olan tek gecesi kıştan daha sert bir tona sahip ses tonunda saklıydı. Her şeyin yavaş kaldığı, ölümün o adamın kollarında son derece hızlı bir şekilde can bulduğu bir gecede, altı kere ölümün kıyısından döndüğüm, aksi bir uyanıştı o alışagelmiş döngünün farklı çarkı.
Alışık olmadığım, daha önce hiç görmediğim ama her detayını bilebildiğim o tanıdık yüzün sert hatları sert bir şekilde çarpmıştı beni. Neye vurgu yapmak istediğini gayet iyi anlayabiliyordum ama sadece tek bir sözüne katılamıyordum. Yatağımın sıcak olduğunu idda ediyordu; ama yatağım soğuktu. Dışarıdaki kardan, Furuta Kageyasu'nun ses tonundan ve belki de dünyanın en soğuk kalbinden daha da soğuk bir yataktı.
Bu gece her şeyi anlaşılabilir kılan o soğuk yüz hatlarım, saniyelerle birlikte alışmıştı bu garip olaya. Furuta Kageyasu'nun gecenin bir vakti benden ne istiyordu bilmiyordum ama eninde sonunda bunu öğrenecek olmam merakımı yok ediyordu. Kıyafetlerimi giyip, yenilenmiş ekipmanlarımı ve yenilenmemiş olan eski Wakizashi'mi yanıma almıştım. Göreve duyarlı reflekslerim her şeyi ile karanlık ve gizemli görünen bu gecede, benim aksime yolun sonunda bir görevin varlığının olduğunu düşünmüş olmalıydı.
Evi terk edişim, karlı bir kış gününde hızlı bir tempoda koşmaya evrildi önce. Hemen ardından ise anlamsız bir kaçışa. Sayıları azalmış köyümün Shinobiler'inden sakındık kendimizi. En azından Furuta Kageyasu'nun takip ettiğim adımlarında bir saklanış çabasının izleri vardı. O gizemi de aralamadım, sadece takip ettim. Ayak uydurdum, uyum sağladım. Bir yükseltinin tepesinde, gözlerimiz İshigakure'nin beyaza bürünmüş haline şahitlik ederken, benim manzaramın tek farkı metrelerce önümdeki, sanki yıllardır farklı farklı insanlara ev sahipliği yapan bu yapılardan farkı yokmuş gibi gözüken Kageyasu'ydu. En az bu yapılar gibi, yıllardır burada öylece dikiliyormuş gibi bir görüntüsü vardı.
Bir kayayı andırıyordu. İshigakure'nin özünü.
Sessizliği bozan tek şey başlarda esen rüzgarın uğultusuyken, bu uğultunun ardından gelecek o fırtınayı görememiştim. Yüzü yaralı Shinobi konuşmaya başladığında bana sert gelen tek şey artık kelimelere gizlenmiş keskin katana savuruşlarıydı. O sözleri duydukça yükümün ağırlaştığını hissedebiliyordum ama asla o sabit, o buz gibi bakışlarımı gözlerinden çekmeye yeltenmiyordum. Söylediği her şeyin zaten farkındaydım... Farkında olduğum şeyler bana ne kadar zarar verebilirdi ki? Ne kadar umurumda olurdu bu sözler? Ne kadar incitirdi beni? Eskiden bu soruların cevabı galiba titreyen vücudumda, acıyan kalbimde gizli olurdu. Kalbim hala acıyor olmasına rağmen, bacaklarımın titremediğine emindim.
O yüzden sözleri bittiğinde, karşısında o sözlerin altında ezilmiş biri yerine, dimdik duran biri olduğundan emin olacaktım. Gururlu değil, sadece dimdik.
Gözlerim onun gözlerindeyken; "Liderliğini yaptığım grupta beş arkadaşım öldü." dedim soğuk bir tonunun bu soğuk atmosfere karışmasını umarak. Ryoken kısmını göz ardı ederek belki de ona göre umursamayarak sözlerime benzer bir üslupta devam ettim; "Ağır bir duygu. Onları geri getiremeyeceğim biliyorum. Eminim sizde getiremezsiniz o elinizdeki katana'ya rağmen. Bu yüzden alın bandıma beş insanın daha sorumluluğu kazındı. Artık bu İshigakure'ye hizmet ederken onların ağırlığı ile hizmet etmek zorundayım. Bir yapıyorsam beş tane daha yapmak zorundayım. Onların benim liderliğim altında öldüler, bunu değiştiremem ya da inkadar edemem. Bunların farkındayım. Bu unutturabileceğim ya da telafi edebileceğim bir hata değil, bununla yaşamayı öğrenip, sadece köyüme hizmet etmeye devam edeceğim. Nasıl bir duygu olduğunu sorarsan kısaca beraber yaşamaya alışmam gereken bir şey ve bir daha olmaması için elimden geleni yapmam gereken bir şey..."
Sustum bir kaç saniye. Kageyasu'nun kanlı olduğunu idda ettiği avuçlarıma bakarken, "O ufak çocuğun adı Motoki. En son sorgulandığını duymuştum. Umuyorum ki bu öfkeniz bir çocuğu konuşturamadığınız için değildir?" dedim kafamı bir kez daha gözlerine denk gelecek şekilde kaldırırken. Açık avuç içim sözlerimle eş bir şekilde kapanıp, yumruk şeklini alırken: "Bir çöp olabilirim, hiç kimse olabilirim. Bunlar bu köye hizmet ettiğim sürece önemsediğim şeyler değil. İshichou-sama'nın size yaptığı gibi, beni köyden uzaklaştırabilirsiniz, köyüme hizmet etmeye devam edeceğim. Alın bandımı alabilirsiniz gene de bu köye hizmet etmeye devam edeceğim. İsmimi, yeteneklerimi, varlığımı... Benden alabileceğiniz her şeyi söküp alsanız bile bu köye olan sevgimi alamadığınız sürece, bu köye ve dünyaya dair beslediğim umutları benden alamadığınız sürece ben hizmetime devam edeceğim. Bu yüzden aşağılayıcı sözleriniz kalbime, değerlerime ulaşmaktan uzak. Çünkü zaten orada bu sözlerin farkında olan biri var." diye sonlandırdım sözlerimi. Bakışlarımı üzerinde tuttum, gecenin bir vaktinde bana bu sözleri söylemek için neden bu kadar zahmete girdiğini anlamaya çalıştım; ama onun için hayal kırıklığı olduğuna emindim.
Acaba benden beklediği tepki neydi? Muhtemelen aylar kadar öncesinde istediği tepkiyi alabilirdi ama artık insanların kolay kolay farkında olduğum şeylerle bana zarar verebileceğini sanmıyordum; ama hâlâ beni burada tutanın, arkamı dönüp gitmemi engelleyen şeyin ne olduğunu merak ediyordum.